Bu durmadan dönen çark, bu göz karartıcı hız, bu namütenahi yaratılış, oluş ve gidiş, tereddüdü ve tembelliği affetmiyor; hiçbir şeye inanmayanların da en imanlılar kadar kendi faaliyetine karışmasını istiyor ve iradeye kadar işleyen bir septisizmin, bir şüphe ve tereddüdün cezasını böyle veriyor. Akrabam ve tanıdıklarım içinde, buna benzer bir ruhi sefahatle perişan olan insanları ve aileleri düşündüm. Hepsini bu tereddüt mahvetti. Kimi kozmopolit ve milli duyguların meddücezri arasında, kimi cinsî ve âşıkane meyilleriyle aile ve dostluk vefasının çarpışması içinde ve hepsi, mevcudatla alakaları kesilerek, enerjilerini kaybederek, bir muvazene unsuru olmaktan çıkarak, tereddüdün çocukları olan fuhuş, alkol, sefalet ve şifasız bir bedbinlik içinde hastalandılar, parasız kaldılar, süründüler, perişan olup gittiler. Hiçbiri klâsik ve ezeli ahengi hissetmemişti ve hepsi, asrın geçici anarşisini devrin hakiki işaretlerinden biri sanmıştılar ve nihayet canlarından usanmıştılar.
Bu saadet dünyada pek az kadına nasip olur. Bir peri insana nasıl diller döker? Kendini sevdirmek için ne türlü aşıkane hallere girer, girişimlerde bulunur?
Ve sordu ev sahibi:
- Ne demek güzel?
- Güzel, yani âşıkâne tâbiri şekillerin
Ve aşkın. Yalnız aşk
Alıştırır seni bir elmanın sıcaklığına.
Ve aşk, yalnız aşk
Götürür beni hayatların keder enginine.
Kavuşturur beni bir kuş olma imkânına.
Bardaklarca çay dolusu konuşuyorduk. Hem âşıkane, hem dostane… Bademezmeleri eriyip gidiyordu yumuşacık sözcüklerimizin içinde. Nafiz soruyor, ben anlatıyordum. O sormamı istemiyor gibiydi ama anlatmak istediği belliydi; canının istediğini anlatmak. Belli ki bugüne dek, ayrıyken, en çok okuyup izlediklerimizi paylaşmak istemiştik birbirimizle. Her gördüğümüz için, “Acaba o bunu nasıl buldu?” demiştik. Aynı şeyi iyi bulmak belki bir gün bizi de buluştururdu. Buluşmuştuk işte. Peki ya birbirimizi nasıl bulmuştuk?