Sevebilirim,
hem de nasıl,
dile benden ne dilersen,
canımı, gözlerimi.
Kızabilirim,
ağzım köpürmez,
ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında,
devenin öfkesi, kinciliği değil.
Anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın,
en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ve dövüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey
için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni.
Yazık.
Bir gün, “Ona kulak vermemeliydim,” diye açıldı bana.
“Çiçeklere hiç kulak vermemek gerek. Onlar görülmek ve koklanmak içindir. Benimkinin güzel kokusu gezegenin dört bir yanına yayılmıştı. Ama ondaki güzellikten kendime bir sevinç payı çıkaramadım. Oysa beni öylesine öfkelendiren şu pençe olayını sevecenlikle karşılamam gerekirdi.”
Sonra şunları ekledi:
“Zaten ben hiçbir şeyin gerçeğine varamadım şimdiye kadar. Yargılarımı sözlere değil, davranışlara göre ayarlamalıydım. İşte ne güzel koku ve ışık saçıyordu bana. Onu yüzüstü bırakmam yakışık alır mıydı? Suçsuz, zavallı hesaplarının ardındaki inceliği kestirmeliydim. Çiçekler öyle değişkendir ki! Ama ben çiçeğimi gereğince sevmek için çok küçüktüm o sıralar.”
Fakat şimdi ...
Şimdi o benimdi.
Muhtaç bakan gözleri yanıyor benimkileri arıyordu. Yanıtını kızaran yüzümde bulmuş olmalıydı, çünkü birdenbire
elleri baldırlarımı kavradı ve kaldırdı. İçgüdüsel olarak bacaklarıma belinin etrafına sardım.
Kendini bana iyice bastırınca inledim. Onun tamamını
hissetmek için yanıp tutuşuyordum. Dudaklarını