Eğer mutlak iyiyse ondan neden korkalım? Eğer mutlak bilgeyse neden geleceğimiz için kaygılanalım? Eğer her şeye vakıfsa neden ona ihtiyaçlarımızı belirtelim ve dualarımızla bıktıralım? Eğer her yerdeyse neden adına tapınaklar dikelim? Eğer adilse neden zayıflıklarıyla yarattığı mahlukatı cezalandıracağından korkalım? Eğer bağışlayıcıysa ne diye bu zayıflıkları yenmeye çalışalım? Eğer her şeye muktedirse ona nasıl hakaret edelim, nasıl direnelim? Eğer mantıklıysa körlere veya mantıksız olma özgürlüğü bahşettiği kullarına neden kızsın? Eğer değişmez ise ne hakla hükmünü değiştirebiliyormuş gibi yapalım? Eğer aklımız ermeyecekse neden anlamaya uğraşalım? EĞER SÖZÜNÜ SÖYLEDİYSE EVREN NEDEN İKNA OLMUŞ DEĞİL? Eğer Tanrıyı bilmek en önemli şeyse neden en bariz ve net bilgi bu değil?
Nasıl ya "Dedem hafız, babam hacı" demiyor muyduk? :)
Birisi benim dinsiz olduğumu yazarsa, evvela bunu hakaret saymam; bu yanlış iddiayı yüzükoyun yere kapaklandırmak için iki kelime kâfidir: "Elhamdülillah Müslümanım!"
Sayfa 339Kitabı okudu
Reklam
Hikayeni anlatmak ister misin?" dedi Milletvekili. " Hikayem..." Ne anlatabilirdim ki, anlatacak ya da dinlemeye değecek ne yaşamıştım? Ayrıca bilmek istediği neydi? Her şeyi en başından mı? Eğer öyleyse, benim yirmi iki yıllık yaşantımı, şimdi burada taş patlasın bir buçuk iki saate sığdırmaya çalışmak, acısıyla tatlısıyla onca yaşadığım anıya hakaret sayılmaz mıydı? Yoksa kısaca neden, nasıl burada bulunduğunu mu merak ediyordu... Bence bu hiç deşilecek bir yara değildi.
O kadar haklı bir isyan ki!
"...arada bir yağmurlu bir sabah onları başka zevklerden mahrum bırakınca onlar yağmuru çamuru inkar ederek yine buluşmakta direttiler ve kapanıp birlikte roman okudular.Evet, roman; şahsen roman yazarları arasında yaygın olan ve kendilerinin de benzerlerini ürettikleri eserleri küçümseyici bakışlarıyla hor gördükleri, en büyük düşmanlarıyla
Bu nasıl bir derinlik?!
“Yarının hiçlik olması tehdidiyle mutlu olamam ve olmayacağım. Derin bir hakaret bu... Bu yüzden, beni acı çekmem ve yok olmam için, fikrimi sormadan ve küstahça var eden bu doğayı; su götürmez davacı, savcı ve davalı rolümle, kendimle birlikte mahkûm ediyorum... Doğayı yok edemediğim için de, sadece kendimi yok ediyorum, hiçbir suçlunun bulunmadığı bir tiranlığa katlanmaktan bezmiş olarak...”
Arkadaşlığımız ilerledikçe, Selim’de konuşma cesareti arttıkça, bana daha önce söylediğim sözleri kullanarak saldırmaya başlayınca, şaşırdım. Herhangi bir tartışmada, gelişigüzel söylediğim bir sözü, tartışmayı kazanmak için inanmadan ileri sürdüğüm bir düşünceyi bana aynı kelimelerle tekrarlardı. Bütün şaşıran insanlar gibi, önce bütün gücümle savundum kendimi: itiraz ettim, söylemiş olduğum sözleri inkâr ettim, onu kızdırmak için bu sözlere başka anlamlar verdim. Böyle durumlarda nasıl öfkelenirdi bilseniz. En ağır kelimelerle hakaret ederdi: en kısa cümleyi aklında tutamayan, iki satır yazıyı ezberleyemeyen budalaların, bir gün söylediğini ertesi gün inkâr eden iki yüzlülerin canı cehenneme, diyerek kıpkırmızı kesilirdi. Söyledim ya onu kızdırmaktan hoşlanırdım: kızdığı anlarda yüzünün ifadesini, öfkesinin içtenliğini severdim. Söylenen sözlerin, yaşanan olaylardan önemli olduğunu Selim’de gördüm. Düşüncelerine büyük bir içtenlikle bağlıydı: herkesi de öyle sanıyordu. Bu içtenlik, düşünmeyi meslek edinenlerin içtenliğinden çok farklı bir duyguydu. Mesleği sevmek gibi değil, hayatı sevmek gibi bir duyguydu. Camus’nün ‘Ontolojik mesele yüzünden ölen kimseye rastlamadım’ sözünü okuyunca: ‘Biri bu yüzden ölmeli, intihar etmeli,’ diye bağırmıştı. Ona, kimsenin soyut düşünceler nedeniyle kendini öldürmediğini söyledim. Benim de Camus gibi bir ahmak olduğuma karar verdi.”
Sayfa 359
Reklam
754 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.