"Bul bakalım kafiyelerini: Âh."
İsmail bir çırpıda saydı: "Râh, ervah, gah, tecelligâh, agâh,
nigâh, ikrâh, iflâh"
Biraz düşündü, ekledi:
Günâh da âh'la kafiyelidir. O da siyâh'la, simsiyâh'la,
vâh'la, eyvâh'la. Lâkin hepsi de Allah'la. Âh'tır kafiyelerin en
güzeli."
"Peki" dedi Zehra bu kez: "Ân."
İsmail ân'ı âh kadar düşünmedi bile. Gözleri ufuktaki
fırtınada, bir kâğıttan okur gibi sıralamaya başladı:
"Cân, cânân, cihân, nâlân, nihân, şâyân, hân, hanümân, şad
um ân, hazân, nâtüvân, kervan, ezan, ramazan, zaman,
mekân, anbean..."
Zehra sözünü kesti onun.
"İsmail, dayan yüreğim dayan!"
...
"Murâd."
"Nâmurâd" dedi İsmail,
"Bermurâd" aklına gelmemişti.