Sahi nedir Oblomovluk?
Salt tembellik olarak adlandırabilir miyiz? Yoksa kurulu düzene karşı bilinçli olarak hiçbir şey yapmamaya odaklanarak bitip tükenene kadar kendi içine kapanmak mıdır?
Bu kitabı okuyup da oblomovluk kavramıyla meşgul olmayan, kendinde oblomovluk belirtisi var mı diye düşünmeyen yoktur sanırım. Biraz şakayla karışık, biraz
1. Tek bir kelime “Git!” demişti “Öl, yaşama, nefes alma!” Gibi duymuş, anımsamıştım, o kelimeyi. Hastane odasında iyileşmesini bekleyip, yemeklerini yedirdiğim, ilaçlarını dakikasına kadar geciktirmediğim bir adam diyordu bunu. Pencerenin kenarında durup, yoldan geçen arabalara bakıyordu. Aslında beni görmemek için dönmüştü sırtını – her zaman
şikayet ettiğin ister kendin ister başkaları olsun bu aslında bir dedikodu enerjisidir . dedikodu enerjisi adeta bir çaresizlik döngüsü yaratır . bu durum senin kendine acımana , aşırı hassaslaşmana ve çokça ağlamana neden olur .
Burada sizlere hem kitap hakkında, hem o zamana ait, hem sonrasında yaşananlar için az biraz bilgi vereceğim. Umarım konu ile ilgili sizleri çok sık boğaz etmemişimdir? Evet, az uzun oldu ama böylesi bir eser de ancak böyle anlatılabilirdi diye düşünüyorum.
1925 yılında, hiperenflasyonun bitiminden kısa bir süre sonra Almanya'da, o günlerde sağcı
Gabriel Garcia mesleği gereği bir cinayet haberinin araştırmasını yaptıktan sonra o cinayeti kurgu haline çevirip roman ve gazeteciliğin melezi olarak bu eseri bizlere sunmuştur. Kitap boyunca cinayet teması üzerinde bir koşuşturmaca görsek de yazarın esas yakındığı ve kovaladığı konu toplumun cinayete karşı tepkisizliği ve cinayet olgusuna karşı
Nouman Ali Khan , Pakistan-Amerikalı bir yazardır.Amerika da yaşar.Arapça eğitmeni, araştırmacı, Kuran konusunda bilgili bir kişidir.En etkili 500 Müslümandan biri olarak kabul edilir.Sunnidir.Bayyiha adında bir Youtube kanalı vardır.1milyondan fazla üyesi vardır.150milyon civarı toplam izlenme sayısı vardır.Almanya, Pakistan,Arabistan ve Amerika da
Eski Bir İstanbul Hanımefendisi anlatıyor;
Yıl 1919. İstanbul baştan aşağı İngilizlerin işgali altındaydı. Liseyi yeni bitirmiştim. Güzel bir kızdım. Dünür gelmeye başladılar. Biri avukatmış. Gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim.
Nişanlandık. Nişanlımı seviyordum. Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler hazırlıyordum. Ama çok geçmedi ki mahallede bir dedikodu yayıldı.
(Ayşe'nin nişanlısı avukat değilmiş, ipsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş.) dediler. Alt üst oldum, babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu. Yıkıldım. Nişanı atıp, ayrıldık.
Aradan 5 yıl geçti. Evlenmiştim, bir de çocuğum olmuştu. 1924 yılıydı. Artık ülkemiz özgürdü. Bir gün Beyoğlu'nda rastladım ona. Oğlum yanımdaydı. Beni görünce titredi, ceketini düğümledi. Saygı göstererek durdu önümde.
“Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim" dedi. "Olur." dedim. Bir büroya girdik. Burası bir avukatlık bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu. İçerde yardımcıları çalışıyordu. "Siz gerçekten avukat mısınız?" dedim. "Evet" dedi.
"Peki, avukatsanız neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz ?" diye sordum.
Durdu, başı öne eğildi. "Beni affedin" dedi. "İstanbul işgal altındaydı, her taraf İngiliz askeri kaynıyordu. Her şeyi didik didik arıyorlardı. Biz de Anadolu'ya, Milli kuvvetlere ancak, cenaze süsü vererek tabutlarla silah kaçırıyorduk. Bu ülke için hayati bir işti. Bunu size söyleyemezdim..!!"
Oturduğum masadan sıkılan gözlerle etrafı izliyorum. Klasik bir salon düğünü işte. Etrafa kısık gözlerle bakıp, bekar oğullarına kız arayan anneler, etrafta koşuşturan çocuklar, uzun süredir görüşmüyoruzlar, niye hiç aramıyorsunlar, sen niye aramıyorsunlar. Ben aramasam sormasam arayacağın soracağın yoklar, çok güzel olmuşsunlar, kıyafetin