O’nu… Adını ya kaçarsa bir yerde ağzımdan diye dilimi kanata kanata susuyordum. Öyle saklımdaydı öyle derinimde…
Ömrüm bir çift mavi göze açmıştı gözlerini. Ömrüme gökyüzü olmuştu hiç olmayacak zamanda hiç olmayacak yerde ve olmazda…
Köpek gibi sevmiştim onu; öyle sadık öyle samimi. Gerçek bir sevgi neymiş öğretmişti hakkını vermişti aşkın ama ben hakkını verememiştim aşkının, veremezdim de. İkimizin de bildiğini bilmiyormuş gibi yapamazdım. Helalimin haram ettiği ömrümü haramıma helal etmeye çabalıyordum. Gerçekler de bıçak gibidir ansızın gelir keser ve doğrular kanar… Boynumu bükenlerimin boynunu bükemezdim…
O “git”diyemiyordu ben “gel” diyemiyordum.
“ Bir uzun can çekişme…”
Bir “hoşça kal” bile demeden gitmişti ben ona diyebilmiştim bir çırpıda. Çünkü gitsin istiyordum bitecek sanıyordum gidince. Oysa insanın sevdiği en çok yokluğunda var olurmuş. Her an’ı ona dair öylesine bir aranırmış ki; ne çok kıymeti varmış öylesine atılmış bir kahkahanın, sıradan bir “iyi geceler” ondan gelmeyince nasıl da gece çökermiş insanın boğazına ve gün her gün kahır olarak geçermiş ömür hanene onunla başlamayınca. Ondan sonrası hep geceydi. Mavi göğümü de alıp gitmişti…
Ondan geriye kalan kocaman bir pişmanlıktı. Gün geçtikçe daha da ağırlaşıyordu. Onu yüreğime saklamıştım. Şiirler olmasaydı canıma her gece ateş eden belki onu unutmak kolay olurdu ya da şarkılar radyodan ansızın yükselen ve onu haykıran. Gün kararıyor ,omzum ağırlaşıyor ağlayacak, saklanacak köşe arıyor…
“Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını…”
Aylar geçti; insan alışıyor, insan alışır… Onsuzluk eskisi kadar acıtmıyordu…
Eşim ve çocuklarımla kış tatiline diye yola çıkmıştık. Karda kayak yapacaktık. Arabamız yolda kalmıştı kapkaranlıktı soğuktu ne olmuştu bilmiyorum. Eşimi uyandıramıyordum, çocuklarım neredeydi ben neredeydim burası neresiydi bilmiyordum. Benim ellerimi tutan bir el hissettim. Ellerimde siyah deri bir eldiven vardı. Kar yağmıştı ayaklarımız bata çıka yürüyorduk, nereye gidiyorduk nasıl böyle güvenmiştim ki ellerine böyle huzurla bırakmıştım ellerimi bilmiyordum. Bir dağ kulübesine girdik sıcacıktı şömine yanıyordu hâlâ, tarçın kokusu sinmişti her yere salep içmişti anlamıştım. Hâlâ fincan sehpada duruyordu. Otur dedi oturdum hiç itiraz etmiyordum ona öyle bırakmıştım ki kendimi, gözleri çok tanıdık gelmişti. Oydu işte iki gözümün nuru ondandı demek; böyle aşina böyle huzurlu gelişi… Sarılıyordum ona hıçkıra hıçkıra ağlayarak, kokluyordum öpüyordum. Sonra yığılmıştım yere. Kucağına alıyordu beni koltuğa yatırıyordu ,başımı göğsüne yaslıyordum, hep burada olmak istemişim demek, hep…
İçmek istiyordu sarhoş olmak… Bense ayık olmak hem de hiç olmadığım kadar bir anını bile unutmak istemiyordum. Hep olmak istemediğim yerde yaşamıştım bu kez olmak istediğim yerde ölecektim...Ya da sarhoş muydum neden buradaydım çocuklarım, eşim, ben… ne yapıyordum. Bilmiyordum. Aklım yüreğimle, yüreğim ömrümle kavgalı ben geçmişimle geçmeyenimle…
Yanıma uzandı öpmek istediği belliydi. Öpüyordu,öpüyordum…
Ve: “Aşk- iki tükürüğün karşılaşması...”
Şehvetle değil aşkla sarılıyorduk karışıyorduk sanki birbirimize. Dünyadan uzaklaşıyorduk,yanıyorduk… Tenin tene değil tinin tine dokunmasıydı bu, ruhlarımızla sevişiyorduk…
Dünyaya geldiğimiz halimizle sarılmış uyuyorduk. Yuva bazen sadece bir adamın göğsüdür. Bazen bir kadının gözü. Onu gözlerimle seviyordum uyanmasın diye dokunmuyordum. Onun bütün kokusunu içime çekip hapsediyordum ciğerlerime. Bana kapayıp uykuya açtığı gözlerine bakıyordum. İçimde pişmanlık, kaybediş, ölüm gibi bir şeyin acısı vardı onunla bakıyordum ona. Yastığına onun için süzülen gözyaşımı düşürmüş yanına da siyah deri eldivenimin tekini bırakıyordum…
Sonra ondan yavaş yavaş uzaklaşıp yine bir karanlığa yürüyordum. Çok canım acıyordu ayaklarıma sözüm geçmiyordu… Ağlaya ağlaya karanlığa yürüyordum…
Hıçkırarak uyandım. Rüyada olduğumu ancak fark etmiştim. O an anladım. Bazen olmaz. Ne yaparsan yap olmaz…
Siyah deri eldivenlerim geldi aklıma, içim sızladı onları öpmek istedim rüyamdan geriye bir tek onlar kalmıştı. Ama tuhaf çok tuhaftı; eldivenimin teki yoktu…