Sol gözlerinde altın rengi yedi ışıltıyla doğan Péniel ailesinin tatlı düşler, koyu kabuslar, ruhlarla ve koruyucu gölgelerle, gaipten fısıltılar ve doğum çığlıklarıyla dolu, birkaç kuşaklık hikayesi bu anlatılan. Bir nehrin kıyısında, karanlık bir mavnada başlıyor hikayeleri ve toprakta, Kara-Toprak’ta devam ediyor.
Avrupa’nın bütün kentlerinde
Dili çok güzel, sade ve akıcı. Altı çizilecek ve alıntı yapılabilecek yığınla satır dolu bir kitap. Şahsen ben okumaktan büyük keyif aldım, yaşamın her alanından izler buldum. Hiç bitmesin istediğim “Bir Delinin Senfonik Dokundurmaları” isimli şiirini aşağıya alıyorum.
-Sevgi,
Kilidi olmayan tek hazinedir.-
-Sevgisiz kalp ışık girmeyen mabet
Şimdi ben bu kitabı neden okudum, niçin okudum ,nasıl okudum, sahiden okudum mu?
Şırfıntı öldi mu?
Isız acun kaldi mu?
Anlatıcı öçin aldı mu?
İmdi beyin yırtilur.
Şuraya kafasında deli sorularla, imge çözeceğim diye beyni yanan bir adet
zeyneb çizelim. Duman kokuları geldi di mi?
Kitap dün bitti evet. Fakat ben de
Madem öyle Allah'ım alırım bu yükü sırtıma.
Verecek bir şeyim yok ki senin uğruna.
Can senin nefes senin an senin,
Ama bırakma beni tek başıma.
Gün gelir elbet sabredene verirsin,
Yanımda olmayacaksa benden çekersin.
Madem sade Sen bilmek istiyosun,
Sen beni benden iyi bilmektesin.
Bu benim imtihanımmış, varsın çekerim.
Diyemesem de halimle,
Yayınımıza Dostoyevski’ye atfedilen sözle başlıyoruz.
Sahi, insan yaptıklarından mı pişman olur yoksa yapmadıklarından mı? Siz hangisisiniz, hayata karşı temkinli davranan mı yoksa “Yaptıklarımdan pişman değilim aklım hala yapmadıklarımda,” diyenlerden mi?
Eseri okumanın bu soru üzerindeki düşüncelerinizi derinden etkileyeceği düşüncesindeyim.
Zor günler geçiriyoruz ülkece.
Ve hatta o kadar art arda acılar çektik ki, zor aylar, zor yıllar...
Yeni milenyum bize hiç iyi gelmedi.
Yangınlar,
Bizzat tanığı olduğum sel,
Virüs derken şimdi asrın felaketi: deprem
Hepimiz yaralıyız.
Kimimiz bedenen kimimiz ruhen.
Geçmiyor ruhumuzda açılan yaralar...
Tutunacak yer arıyoruz olanca gücümüzle. Bu
İnsan olmak, defalarca doğup defalarca ölmek demek.
Gözlerimizde incecik bir vicdan sızısıyla, hayatı avuçlarımızda tutmak isterken, elimizde ufalan ; narin, kelebek tozuna benzer umutlar, cam kırıklarına dönüşüyor. Önce hiç acımayan ama kestiği yerden sürekli kanayan yaralar bunlar..
Bir nefretin girdabında, bir sevginin yakıcı ateşinde,
Sibirya denince kaçınılmaz şekilde akıllara ilk olarak ne gelir? Meşhur soğuklarıyla ünlü bir bölge. Bitti. Bu kadar. Sibirya konusunda bilgili bünyelerin bile ilk düşünecekleri şey 'soğuk' olacaktır. Oysa akıllara ilk gelmesi gereken, Sibirya'nın, soğukları ve buzları arasından dünya edebiyat tarihine doğan güneşin doğuşuna, istemeden ve dolaylı
Bir yanılgının, binlerce yenilgiden daha keskin olduğunu gördüğünde eve dönmek isteyeceksin ama ev; kapı duvar olacak. Ve sen, bildiğin denizlerde yeniden boğulacaksın. Aşina yüzler el olacak, ve yalnızlığı şah damarında hissedeceksin. Sonra geçecek. Her şey geçer, bilirsin.
Ve sonra yolun tam ortasında ayaklarının dermanı kesilecek, dizlerinin
Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra romanı, şu Latince deyimle başlar. Omnes vulnerant ultima necat. “Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür.” Hayat, devam ettiği sürece tüm yaralayan şeylere direnir, en sonuncusuyla ölürüz. Yaşamak, yaralarla mücadele etmek değil midir biraz da zaten?