Adı belli olmayan bir ülkede; hırsızlık, açlık, sefalet, cinayet, fuhuş ve aklınıza gelebilecek her türlü kötü şey kol gezmektedir. Hükümetler durmadan değişir, her gelen hükümet eskisinden de kötüdür. Sokaklar cesetlerle doludur, açlıktan insan mezbahaları kurulmaya başlanmıştır. Ekilecek tohum kalmamıştır, üretim sona ermiştir, bu ülkede artık çocuk da doğmamaktadır. Ölüm insanlar için artık bir kurtuluş yoludur. Öyle ki, ülkede farklı ölüm şekilleri geliştirilip ölmek için mezhep tarzı bir şey bile oluşmuştur.
Bu ülkenin durumunu görüp, rapor hazırlamak amacıyla gazeteci olarak giden William'ın kaybolmasının ardından kardeşi Anna, Son Şeyler Ülkesi'ne gidip, abisini bulup geri getirmek ister. Kitapta da Anna'nın mektubu üzerinden Son Şeyler Ülkesi'nin halini, insanlığın ne kadar düşebileceğini görüyoruz. Venezuela, Myanmar, Suriye gibi ülkeler geldi aklıma. Distopya olarak yazılan bu romana hiç de uzak değiliz aslında. Okurken yaşamın, yaşamanın, mutluluğun hatta küçük ekmek parçasının bile önemini anlamamı sağladı. Çok karamsar, umutsuz, gerçek bir dünyayı okuyacaksınız, tam iyi şeyler olacak, olması gerekiyor derken daha kötüsüyle karşılaşıyorsunuz. Daha iyi bir son beklerdim. Yine de ufak bir umut ışığıyla bitti.