‘’Heidegger'in kurduğu hayranlık verici bir yakınlık insanoğlunun kendine biçilen ömrü değerlendirirken sonuna kadar yararlanabileceği türden: Das Denken dankt (düşünce şükreder). Buradan şükretmeyenin düşünceyle bağını kopardığı, düşünmeyenin de şükredemeyeceği sonucu çıkarabilir miyiz? Ben böyle bir sonucun çıkarılmasına yatkınım. Düşüncenin yalnızca bir zihin hüneri olmadığı, beraberinde bir ahlak getirdiğini anlatıyor düşünmekle şükretmek arasında kurulan yakınlık. Bazı karmaşık çözümlemelerin ustalıkla altından kalkanlar düşüncenin ve düşünmenin insana asıl kazandıracağı değeri teğet geçebiliyorlar. Bu kimselerden biri de J.P. Sartre. Bir mülakatında "Romanın böyle gözden düşeceğini bilseydim, hiç roman yazmazdım" dediğini okuduğumda iki bakımdan şaşırmıştım. İlk şaştığım husus, edebiyat ve düşünce dünyasıyla bu ölçüde iç içe bulunan birinin nasıl olup da böyle sözler edebileceğiydi. Belki de bu kişi edebiyatın ve düşüncenin gerçekten içinde değildi. İşinin adamı değildi belki. İkinci olarak sonunda bu kabil sözler edebilecek birini, bu vasfı itibariyle daha baştan neden teşhis edemediğimize (edemediğime) şaşmıştım. Anlaşıldığı kadarıyla sanatta bağlanmayı savunan Sartre, sanata bağlanmaya bizim verdiğimiz, birçok sanatçının verdiği anlamı vermiyordu. Kim bilir, belki de sanata bağlanmaya bir anlam vermiyordu.’’