Çarpmış,
Paramparça etmiş,
Kara sütü, kara sevdayla seni...
Ve kara memelerinde dişlerin asi,
Karadır, upuzun yattığın gece,
Felek, ah ettirir, boynun kıl - ince...
Cihanlar, çocuklar, kuşlar içinde
Sızlar bir yerlerin
Kitabı bitireli en az dört gün oluyor ve ben bu kitabı anlatabilecek cümleleri bir araya getirmek için o andan beri çabalıyorum. Düşündüğüm her başlangıç beni yeniden ve sürükleye sürükleye kitabın içine çekti desem yeri var... Çünkü, sadece bir 'kadın'la başlayıp onlarca 'kadın'la devam eden hikâyesinde çaresizce kayboldum.
Şehrazat... Yazar kadın. Çekmecelere gömdüğü eski hikâyelerini silah zoruyla gün yüzüne çıkarmak zorunda kalıyor ve anlatmaya başlıyor. Önce sayısız 'kadın'larından birinin hikâyesini anlatıyor sonra kadın'ın gerçeğini... Ardından başka bir 'kadın'a geçiyor... Sonra başka bir 'kadın'a... Fakat hikâyeyi okurken ayrı, gerçeği okurken ayrı, apayrı bir duygu seli insanı mahvediyor, yakıyor, yıkıyor. Hikâyenin muazzamlığına gizlenmiş acı dolu gerçekler art arda surata tokat gibi çarpıyor.
Ece Hanım'ın kalemi yine vurmuş. Yalnız cidden sağlam vurmuş. Tıpkı 'Her Şeyi Baştan Anlat' romanında olduğu gibi ince ince girdiği hikâyesini sürükleyip, zirve yaptırıp, yeraltı edebiyatından gün yüzüne çıkarmış...
Yazımı harikaydı. Anlatımı da. Okuması ise ah, "okuyun işte, kesinlikle okuyun," der ve burada keserim konuyu...
Sıfır abartı yazacağım şimdi tanıtım manıtım değil öyle içten geçenlerle anlatılması gereken bir kitap
Sevgili yazar sanki 1000.kitabını yazmış öyle başarılı bir kalem olmuş ilk olarak...
Tabi naif bir hikaye naif bir dille anlatılmış da ondan...
Aziz çocuk Aziz ,Genç Aziz ,Delikanlı Aziz hiçbiri olamadım diyecek bize bu kitapta ama dağ gibisin
KARA / AHMED ARİF
Çarpmış
Paramparça etmiş
Kara sütü, kara sevdayla seni
Ve kara memelerinde dişlerin asi
Karadır, upuzun yattığın gece
Felek, ah ettirir, boynun kıl - ince
Zülfi Livaneli'nin daha önce Son Adası'nı okumuştum ve çok beğenmiştim o yüzden hemen okumak istedim. Ama bana biraz çocuklara yönelikmiş gibi geldi. Son Adası nda anlatılan çoğu olay örgüsünü tekrardan okuyucu ile buluşturması okuyucunun hem hatırlamasına hem de bir yerden sonra sıkılmasına neden oluyor. Ama Son Ada güzellemesi ve bu hikayeyi çok güzel, ince bir üslupla siyasilere dokundurması Zülfü Livaneli'nin gerçekten güçlü bir kalem olduğunu gösteriyor.
Konusuna gelecek olursak; İnsanların birlikte yaşamaktan büyük bir keyif aldığı ,ülke sorunlarından uzakta mutlu ve mesut yaşadıkları bir ada var ve kendi tabirlerince Son Ada adını vermişler. Bu adayı yıllar önce bir kişi satın almış ve sevdiği tüm dostlarına buraya ev yapmaları için ısrar etmiş . Daha sonrasında Ada 40 kişilik bir kontenjana ulaşınca artık başka kimsenin alınmaması kararı alınmış. Burada insanlar adı ile değil genellikle daire numaraları ile anılırmış. Her şey adada bir dairenin boşalması ve eski devlet başkanının adaya yerleşmesi ile başlamış. Hikayenin asıl tüm duyguları yaşatan kısmı bu kısımda gerçekleşiyor.
Yer yer çok üzüldüm , çok kızdım insanlara ama sonra düşündüm aslında Livaneli gerçekliği birazda yüzümüze acı bir şekilde vurmuş kalemiyle.
Okumak isteyenlere keyifli okumalar diliyorum :)
ÖYLE BİR HİKÂYE
Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki... Şoförün biri:
– Atikali, Atikali! diye bağırdı.
Gider miyim Atikali'ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik. Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı,
Ekinler başak vermişti. Memed sabah erkenden bir limonu, dalından koparmaya kıyamadan, dala ellerini uzatıp ovaladı, avuçlarını kokladı. Bahçeler, tepesinin üstünde asılı duran Gavur dağları, uzaktaki ekin tarlaları buğulanıyor, sabahın ışığı çökmüş dünya, karşıdaki denize doğru gittikçe aydınlanıyordu. Sırtlarına gün vurmuş, esen yelin kabarttığı
Günümüzün en çok okunan yazarlarından olan Zülfü Livaneli; hem siyasetçi, hem şarkıcı, hem senarist, hem yazar olması dolayısıyla çok yönlü bir kişidir. Bu durum romanlarına ekstra duyarlılık olarak yansımaktadır.
Balıkçı ve oğlu sade bir dille yazılmış, akıcı, bazı yerlerinde gereksiz ayrıntıların verildiğini düşündüğüm ama ilgiyle okuduğum bir
Hüsne duvarın köşesinden bir gölge gibi Recebe doğru koştu. Karın ışığı vurmuş karanlıkta iki beden bir oldu....
Bedenine ateşin kırmızı ışığı vuruyor, ince tüylü bedenini bakır rengine çeviriyordu.
Bu ne sessiz gecedir, kalbime vurmuş yankın..
Nice yaktın da bu kez başka yakıp sızlattın..
Kapanır gökyüzü mâtem yağarak üstümden..
Şu düşen damlayı akkor gibi döktüm gözden..
Kanadın ince sızım, iz bırakıp göğsümden,
Akarak sîneme volkan gibi yollar açtın..
Beni hicrânına firkatle berâber attın..
Seni setretti hicâbım tutuşan arzumdan,
Bana
Kaf dağında yolunu yitirmiş, gelmiş de bir karanlık duvarına başını vurmuş, umutsuzluk duvarı önünde yığılışıp kalmışlar. Gidecekleri yer yok. İşte durum böyle bir merkezde iken kılıç kesmez, soluk aldırmaz karanlık duvarının üstüne bir top ışık düşmez mi?
Memedin gözlerine bir çare. Atının üstüne gün vurmuş... Doğan gün, açan çiçek, yağan yağmur ona hayran. İri gözleri Arap taylarının gözlerine benzer, kapkara, büyük, dumanlı, kederli...
2000'lı yıllara geçiş dönemi olan Milenyum'un insan ve toplum üzerindeki etkisini postmodern bakış açışı ile ele almış Baudrillard. Bu bakış açısına Nietzsche'nin felsefesini de ekleyerek günümüzün toplum ve birey yaşamını irdelemiş. Hiçlik ve teknolojinin etkisi ile insanın maruz kaldığı imajın sonsuzluğuna dem
Şahmerdanlar gömmektedir şimdi
aşkımızın göğsüne
yadırgı hüzünleri
kaypak bir çamur olan mayamız
kinle bereketlenmektedir.
Uyuyan bebekleriyle
üşüyen köpeklerini bir yana bırakıp