“Oyunların şahı olan bu oyunun, zihinsel anlamda neler yarattığına
dair hiç kafa yordunuz mu bilmiyorum. Ama tesadüf
kavramıyla hiçbir alakası olmayan satrançta, insanın kendisine
karşı oynamak istemesinin mantıksal açıdan saçmalık
olduğunu anlamak için çok da kafa yormaya gerek yok. Aslında
satrancın cazibesi, stratejisinin her beyinde farklı biçimde
gelişmesinden kaynaklanır. Bu ruhsal savaşta siyah, beyazın
o an hangi hamleleri yapacağını bilemez ve sürekli tahmin
etmeye, kaçış yolları bulmaya çalışır; bu esnada da beyaz
taş, siyahın niyetini anlamaya ve hamlesini savuşturmaya
çalışır. Aynı kişi hem siyahı hem de beyazı oynarsa o kişinin
beyni hem her şeyi bilmek hem de bilmemek durumundadır,
bu büyük bir çelişkidir; beyaz olarak oynarken bir dakika önce
siyah olarak hedeflediği şeyi zihninden silmelidir. Bilincin
ikiye bölündüğü bu iki kişilik düşünme şeklinde, beyin tıpkı
bir cihazda olduğu gibi açılıp kapanmak ister; yani satrançta
kendine karşı oynamak, kendi gölgenin üstünden atlamak gibi
bir çelişkidir. Sözün kısası, bu imkânsızlığı, bu saçmalığı çaresizlik
içinde aylarca denedim. Ancak aklımı kaçırmamak ve
delirmemek için başka şansım yoktu. İçinde bulunduğum korkunç
durum nedeniyle hiçliğin beni etkilemesindense kendimi
siyah ve beyaza bölmeyi denemek zorundaydım.”