Düşünceler için aynı şeyi söyleyebilir misiniz? Kimseyi zorlayıcı bir niteliği var mıdır düşüncenin? Doğrudur, yanlıştır; beğenirsiniz, beğenmezsiniz, benimsersiniz, benimsemezsiniz. Ama, beğenmek zorunda olmadığınız gibi, beğenmeyişinizi, hatta sizi rahatsız edişini bir yasaklama nedeni haline de getiremezsiniz. Çünkü, toplum sözleşmesi niteliğindeki Anayasanın kurallarından biri de «herkesin düşünce ve kanaatlerini açıklama ve yayma özgürlüğüne sahip olmasıdır" Anayasa, serbestçe açıklanabilecek olan düşüncelerin tavanı değil, tabanıdır. Anayasa tabanına, daha doğrusu Anayasadaki düşünce özgürlüğü tabanına dayanılarak, onun güvencesi altında, her düşünce serbestçe açıklanabilecek.
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu Sevgi Soysal'ın 12 Mart'tan sonra iki kez ağırlandığı askeri hapishanede yaşadıklarını yazdığı Anı -Günlük türünde çok güzel bir kitap.
Koğuşta kimler yok ki TİP başkanı Behice Boran, Oya Baydar, Deniz Gezmiş'e yataklıktan tutuklanmış Sevim Onursal, 12 Mart'ın faşizan uygulamaları nedeniyle yaşları 17 ile 22
Bugün 11 Kasım ve bir yıl önce Mümtaz Soysal'ı kaybetmiştik. 1961 Anayasa metnini hazırlayan kurulda yer alan aydın bir hukukçuydu. 1971 muhtırası sonrasında görüşleri nedeniyle aylarca Ankara'da hapis yatan bir isimdir. Dışişleri Bakanlığına getirilse de kısa bir süre sonra istifa etmiştir. 14 ay yattığı Mamak Cezaevi zamanında yazar Sevgi Soysal
15 Kasım 2019 Cuma
17:52
"Öyle, öyle çok şey düşünmüyorum ki, değil hayatı şimdilik fazlaca uzun olmayacağa benzer birinin zamanına, iki ömre bile sığmaz."
imgyukle.com/i/RoK20Q
(Sevgi Soysal 21 Ekim 1976)
SEVGİ'YE
Hindistan'da, okul yapılarına harcanacak para bulunmadığını ileri sürenlere geliba Nehru'nun verdiği cevap şu olmuş: «Gölgesinde alfabe okutabileceğiniz ceviz ağaçları da mı yok?»
Sokrat'ın yargılanması Yunan uygarlığı için bir kara leke oldu. Galile'nin yargılanması insanlık tarihi için bir suç sayıldı. Beni de işlemediğim suçlardan ötürü yargılayarak, zorla kahraman yapmak istiyor, lâyık olmadığım bir sandalyeye oturtuyorsunuz... dedi.
Ermeni meselesi yeniden patlak verince Mümtaz Soysal yaptığı bir konuşmada "Demek ki Şark meselesi bitmemiş, hâlâ sürüyor" dedi. Şark meselesi dediği Batı'nın Osmanlı'yı parçalayıp yutma politikalarıdır. İki yüz yıldan beri sürmektedir.
Dava böyle gerilere gidince dönüp "tarih"e bakmak gerekiyor. Ne olmuş, ne bitmiş diye. Eh tarihe bakmak da öyle aynaya bakmak kadar kolay değil. Tarihin aynasında bir süreti gerçekten görebilmek, bir olayı seyredebilmek şarta bağlı. Başta "tarihi okuyabilecek" nesilleri yetiştireceksiniz. Bu nesilleri yetiştirecek hocaları el üstünde tutacaksınız. Bütün bunlar için tarihle barışık olacaksınız. Tarihe bakmanın usulü üzerinde çok konuşulabilir.
Mezkur "ayna"nın saklı olduğu yerlerin başında arşiv geliyor. Osmanlı arşivleri.
İşin ucuna Osmanlı geliverince bazılarının yüzü buruşuyor. Yahu yüz yıl geçti hâlâ kurtulamadık şu meretten, der gibi sıkılıyorlar. Kendinden kaçmanın, aynaya bakmanın sıkıntısı bu.
Arşiv deyince tabiatıyla eski yazı, ardından Osmanlıca sökün ediyor. Bütün bunlara bunca yıl boşvermişsiniz, lakin tehlike kapıyı tıklatmaya başlayıncı telaşa kapılıyorsunuz. Birileri arşivlerinizi açın deyince dizlerinizin bağı gevşiyor. Oysa arşivler çoktan beri açık zaten.Ancak orada bu soruya muhatap olanlar yerine Japonlar çalışıyor. Arşivde çalışmak kolay mı? Dizinizi kırıp iğne ile kuyu kazacaksınız. Yıllar sürecek bu.
Mümtaz Hoca'ya (Mümtaz Soysal) göre Türkiye'de emeğiyle geçinen kesimler, işçiler, memurlar vb. giderek gerileyen ekonomik sosyal konumlarını Beşiktaş'la özdeşleştirmişler; Beşiktaş'ta kendilerini ya da kendilerinde Beşiktaş'ı görmüşlerdi. Çünkü Beşiktaş'ın durumu da farklı değildi; yıllardır süregelen başarısızlıklar, özellikle Fenerbahçe ve Galatasaray ile rekabetinde düştüğü "üçüncü takım" durumu, velhasıl ezilmişliği, yenilmişliği ile Türkiye'nin emekçilerine ziyadesiyle benziyordu.
Yıllar sonra, yani 80'li yılların ikinci yarısında, Beşiktaş'ın "altın çağı"nın ardından, bu kez sadece Mümtaz Soysal değil, daha birçok yazar, çizer, gazeteci kendileri bu şekilde ifade etmeseler bile Beşiktaşlılıkla (bir bakıma) solculuğun moral değerleri arasında bir başka ilişki kuruyorlardı. 80'li yılların çalışmadan kazanma, avantacılık, bireycilik gibi "yükselen değerleri" karşısında Beşiktaş'ın başarısı, çok çalışmanın, dayanışmanın ve kolektif mücadelenin (futbol diliyle "takım olmanın") karşılığıydı.
''...kendimi çok beceriksiz, varlığımı anlamsız, hiç bir şeyi gerçekleştirememiş bulduğum bir anda, kendi deneyimlerimi yazarak boşalacağımı sandığım bir anda, Tante Rosa'yı yazmaya başladım.''