Açlığı yalnız kendi midesinde değil, çocuklarının karınlarında da hissedebilen bir insanı nasıl korkutabilirsin? Korkutamazsın... her korkunun ötesindeki korkuları tanımıştır o adam artık.
Ne yazık! İnsan niçin vahşilerden daha üstün hassasiyetlere sahip olmakla övünür ki; bu onları daha kısıtlı varlıklar kılıyor sadece. Dürtülerimiz açlık, susuzluk ve şehvetle sınırlı kalsaydı, neredeyse özgür olurduk; ama şimdi esen her rüzgarla, tesadüfen söylenmiş bir sözle ya da o sözün anlattığı görüntülerle heyecanlanıyoruz.
Fırtına gelmeden çok önce kokusu duyulur, iplerdeki çamaşırlar toplanır, saksıdaki sardunyalar ahşap panjurların kuytusuna saklanır, küçük sandallar babalara çifte halatlarla düğümlenirdi. Bugünlerde zorunda olmadıkça kimse kapı önüne çıkmaz, böyle havalara denk gelen misafirler içten içe uğursuz kabul edilirdi. İşte böyle bir gecede açmıştı gözlerini dünyaya; uğursuz bir misafir misali.
Gözlerimin üzerinden bir bulut geçiyordu, kanım şakaklarımda zonklayıp duruyordu.
En sonunda biraz toparladım kendimi, çevreme baktım, herkesin yaşamının benim yıkılışım üzerinde bir an bile durmadan sürüp gitmesine şaştım.
İnsan nasıl da değişiyor! O zamanlar çocuktum, korkutuyordu beni hapishane. Çünkü o zamanlar daha insanları tanımamıştım. Artık asla onların laflarına, düşüncelerine kanmayacağım. Asıl korkulması gereken insanlardır, sadece onlar, daima.