…sonra reçele benzeyen pembe bir tatlı vardı.
Feride, çöreklerin üstüne bu tatlıdan sürerek Kâmran'a veriyordu:
- Bunlar benim elimin marifeti... Bu çöreklerin ismini bilmiyorum, fakat tatlıya gülbeşeker diyorlar.
İşini bitirdikten sonra yine o alçak mutfak iskemlesini bularak Kâmran'ın karşısına, hemen hemen ayaklarının dibine oturdu.
- Şimdi söyle bana bakayım Kâmran, gülbeşekeri beğendin mi?
Genç adam, gülerek cevap verdi:
- Beğendim.
- Sevdin mi?
- Sevdim.
- Bir daha söyle.
- Beğendim ve sevdim.
- Öyle değil, Kâmran, "Ben Gülbeşeker'i sevdim," de. Kâmran bu çocukça ısrarı anlamayarak gülüyordu.
- Ben, Gülbeşeker'i sevdim.
Feride, gözlerinde, yanaklarında ateşler uçarak, utancından kirpikleri titreyerek yüzünü ona yaklaştırıyor, yalvaran bir çocuk gibi boynunu büküyordu. Dudaklarında tutuk nefeslerle:
- Bir kere daha Kâmran, "Ben Gülbeşeker'i çok seviyorum," de.
Genç adam, istediği verilmezse ağlayacak çocuklar gibi bükülen, titreşen bu dudaklara heyecanlı bir hayretle bakıyordu. Sebebini kendinin de bilmediği gizli bir teessürle titreyerek:
- Ben Gülbeşeker'i çok seviyorum, senin istediğin kadar çok seviyorum, dedi.
Feride, bir çocuk sevinciyle ellerini çırptı, fakat dudakları gülerken gözlerinden yaşlar geliyordu. Ehemmiyetsiz bir şey için ağlayan bir yabancıyı ayıplar gibi: "Ne delilik, bir marifetini beğendirdiğin için bu kadar memnun olmak ne delilik!" diye çırpınıyor, kendi kendisiyle eğlenmeye, parmaklarıyla gözlerini kurutmaya çalışıyordu. Fakat yaşlar bir türlü durmuyordu. Tutuk bir feryada benzeyen bir hıçkırık; sonra yüzü elleri içinde, ağlaya ağlaya içeri kaçtı.