Sığınağın içindeki Adolf Hitler, sonuna kadar ümidini yitirmemiştir. O, Alman zaferine inanmaya devam ederken, Ruslar Berlin’i çepeçevre kuşatıyorlardı. Sovyet askerleri başkentin dörtte üçünü işgal ettikleri anlarda, Hitler hâlâ Wenck’i imdada çağırıyordu. Wenck gelecek, düşmanı kendi ülkesine kadar kovalayacaktı. Ortada yalnız Adolf Hitler’in
Lut So-ar'a girdiği zaman Güneş Dünya üzerinde yükseldi, diye okudum. Sonra Tanrı Sodom'a ve Gomora'ya gökten kükürt ve ateş yağdırdı; bu şehirleri yerle bir etti, ve bütün ovayı ve o şehirlerin bütün halkını ve yerde yetişen her şeyi.
Oluyor işte.
Her iki şehrin halkının da içleri kötüydü, herkesin malumu olduğu üzere. Dünya
Kürt sorunu aslında çoktan çözüme kavuşacak bir sorundur. Öyle bir noktaya getirildi ki sanki bunun bir çaresi yokmuş gibi davranılıyor, dünyanın bütün filozoflarının bir araya gelmesi gerekiyormuş gibi davranılıyor. Bu meseleyi çözme isteği yok. Çok tahrip edici bir durum. Sistemin bir parçası olmakla etrafına savaş savurma hakkı varmış gibi... Bir bakıyorsun Türkiye'nin en yıldız sanatçısı "ben 'savaşa hayır' diyorum", diyor. Savaşa hayır diyor, öte taraftan teröre lanet diye başlıyor; böyle bir kavram olabilir mi? Barış iki taraftan da istenen bir şey, kime terör dediği anlaşılmıyor. Bir yandan barışa davet ediliyor, bir yandan savaşa karşı, bununla halk sempatisini toplama çabası, ama bunun arkasını tamamlayacak bir cümle yerine, "ben teröre karşıyım" diye başlanılıyor. Terör kimdir? Ortalıkta dolaşan UFO mudur? Terör dediğimiz olay nedir? Bizim başımızdaki kadersizliğimiz midir, negatif enerjimiz midir, nedir? Burada tutarsız bir davranış var. Acımasız bir medya karşısında yaşıyoruz.
Bu şehirde doğmadın," diye fısıldadı kaşlarını çatarak. "Bu şehirde yeniden doğdun. Ataların tüm diyarlarda görebileceğin en saygın alfinlerdendi, sadakatleri sana bu şehri sundu. Sadakatleri onların yıkımına neden oldu. Bir diyar alaşağı oldu. Kıyamet bütün dünyayı vurdu. Şimdi yeni bir savaş başlıyor. Savaşın başlıyor. Tarih kendini yeniden yazmak için senin kanını istiyor."
Sümer şehirleri zaman zaman düşmanların saldırısına uğrayıp yakılıp yıkılmış ve yağma edilmiştir. Bu olaylardan sonra ülkede yeniden bir canlanma başlıyor. Başa geçen Sümer önderlerine ülkeyi yeniden ayağa kaldırmak için büyük görevler düşüyor. Yıkılmış şehirlerin onarılması, savaş sıkıntılarıyla morali bozulan halkın canlandırılması, ülkenin askeri ve politik gücünün sağlanması gerekiyordu. İşte bu şartlar içinde Sümer ve Akad şairleri bu olaydan acıklı şiirler halinde dile getirmişlerdir ki, bunlara ağıt veya yuğlar diyoruz. Bu ağıtlarda önce Sumer'in nasıl yakılıp yıkıldığı, tanrıların şehirleri nasıl terk ettiği, daha sonra da şehirlerin yeniden yapılması ve tanrıların yerlerine dönmesi ve bunların kutlanması anlatılıyor. Sümer inanışına göre bu felaketler yine kendi tanrıları tarafından veriliyor. Tanrılar halkın yaptıkları uygunsuzluklar yüzünden onlara kızıyor ve tanrılar meclisinde onları böyle felaketlerle cezalandırıyorlar. Çoban Tanrısı Dumuzi gibi bazı tanrılar yok olunca da arkalarından ağıtlar yapılıyor.
Kanun kitabı şöyle başlıyor:
"Dünya yaratıldıktan sonra Tanrı An ve Tanrı Enlil, Ur Krallığı'nı Ay Tanrısı Nanna'ya verdi. Bir gün Urnammu, Ur'da Tanrı temsil cisi olarak seçildi. O, sınır komşusu Lagaş ile savaş yaptı ve onun valisi Namhani'yi Tanrı Nanna'nın gücü ile öldürdü. (Bu Namhani, Gudea'dan sonra Lagaş'ı yöneten son vali olmuş. Ama Gutilerle birleşerek Sumerliliğe karşı çıkmış...) Ur'un sınırını eski haline getirdi. Uzunluk ve ağırlık ölçülerini namuslu ve değişmez yaptı. Öksüzü, yetimi zengine ezdirmedi. Dulu, güçlünün eline bırakma dı. .. Yoksulu, zenginin eline düşürmedi."
Sanırız ki, herhangi bir şey bizi alıştığımız yoldan ayırdı mı, her şey mahvolur; oysa ancak o zaman yepyeni ve iyi bir şey başlıyor. Yaşam var oldukça mutluluk da oluyor.
"Sanırım herhangi bir şey bizi alıştığımız yoldan ayırdığında her şey mahvolur, oysa ancak o zaman yepyeni ve iyi bir şey başlıyor. Yaşam devam ettikçe mutluluk da oluyor."
Kendimizle ne kadar da meşgulüz! Onu o kadar çok giydirdik, yıkadık, temizledik, tıraş ettik, besledik ki! Sonunda, evcil bir hayvana dönüştürdük. Onu terziye, doktora, cerraha götürdük. Birlikte acı çektik. Birlikte ağladık. Birlikte sevdik. Ve hep, "O bana ait", dedik. Ama bu yanılgı kısa sürede ortaya çıkıyor. İnsan kendine aldırmıyor bile. Onu bir uşak gibi görüyoruz aslında. Öfke harlandığında, aşk kabına sığamayınca, içimiz nefretle dolunca bu birlik parçalanmaya başlıyor.
Osmanlı ordusu Suriye bölgesinden çekilip Halep’in ötesi ne gittiği zaman açıkça anlaşıldı ki, Emir Faysal’ın barış konferansına Arap heyetinin başı olarak gitmesi sadece bir görünüşten ibaretti. Aslında Faysal, Hicaz’dan bağımsız bir Suriye devleti kurmak için anlaşma yapmak maksadıyla Londra ve Paris arasında gidip geliyordu. Bu son derece açık bir durumdu, Türklerin yenildikleri ilk günlerde Beyrut’taki Arap bayrağının indirilmesi bu iddiamızı destekleyen unsurlardan biridir.
Arapların birliğini ve krallığını parçalayan işte bu politikadır. Parçalanma gerçekleştikten sonra, bir ülke herhangi bir istekte bulunacak olursa, yönetimdekiler bu isteği gerçekleştirmekten, yani ülkenin gerçek bağımsızlığını elde etmekten aciz ve hazırlıksız oldukları için kargaşa ve tereddütler ortaya çıkmaya başlıyor ve çeteler kendilerine ne söylenirse onu yapıyorlardı.
Sonra olanlar oldu, Fransa ülkeye girdi ve başta bulunan sözde yöneticiler kaçtı. Suriye böylece elden çıktı. Şu son savaş [İkinci Dünya Savaşı] çıkana kadar, Fransız yüksek komiserleri gözetiminde ülkeyi yöneten birçok başbakan ve cumhurbaşkanı geldi geçti. Savaşta Fransa yenilip teslim olunca Vichy hükümeti başa geçti ve yönetimi ele aldı. Ayrıca Alman ve İtalyan heyetleri de geldiler. Bunun üzerine herşeyden önce kendi güvenliğini temin etmek isteyen İngiltere müdahale ederek De Gaulle’ü ve yanındakileri yönetime getirdi.