Her ciddi siyasi protesto mevcut olmayan adalete yapılan bir çağrı ve bu adaletin istikbalde gerçekleşeceğine dair bir umuttur; ancak protestoların birincil nedeni bu umut değildir. Karşı çıkmamak son derece onur kırıcı, küçültücü, ölümden de beter olacağı için protesto eder insan. Barikat kurarak, silahlanarak, açlık grevi başlatarak, omuz omuza haykırarak ya da yazarak karşı çıkar; çünkü gelecekte ne olacak olursa olsun, içinde bulunduğu ânı kurtarmaktır derdi.
Protesto, sıfırlanmayı ve suskunluğa mahkûm edilmeyi reddetmektir. Bu sebeple, gerçekleşirse eğer, o anda küçük bir zaferdir protesto. Her an gibi geçici de olsa iz bırakır. Geçip gitse de belleklere kazınmıştır. Protesto aslında başka, daha adil bir gelecek için göze alınmış bir fedakârlık değildir; içinde bulunulan zamanın kifayetsiz bir kurtarılışıdır. Mesele, kifayetsiz sıfatıyla tekrar tekrar nasıl yaşanabileceğidir.
Bazen aşırı mutlu olur insan bazen nedensiz bir mutsuzluk çöker içine.Yarın varsa umut var demektir.Umut varsa insan hala hayatta demektir.Son olarak belki haberin yok ama Eylül bitiyor ve sen hala çıkıp geleceksin...
Yaşamın yapısında umut ve inanca bağlı olan ve onların bir halkasını oluşturan bir öge daha vardır: cesaret, ya da Spinoza'nın adlandırmasıyla, direnme gücü. Belki de direnme gücü belirgin, daha açık bir anlatım, çünkü günümüzde cesaret daha çok yaşama yürekliliğini değil de ölme yürekliliğini göstermede kullanılıyor. Direnme gücü, umut ve
sanırım herkes
sizin gibi düşündüğü için icat etmişler bu giyotin denilen aleti.
Oysa ben o sırada ne düşünüyordum biliyor musunuz: ya daha
kötüyse böylesi?Yani ölümün çabukluğu daha fazla acı veriyorsa?
Gülünç bulabilirsiniz bu düşüncemi, vahşice de bulabilirsiniz,
ama işte . . . şöyle etraflıca düşünecek olursanız insanın aklına
böyle
DUYDUN MU?
Karagözlüm, kavuşmayı beklerken,
Ayrılığın vakti geldi, duydun mu?
Beraberce diktiğimiz çiçekler
Açılmadan önce soldu, duydun mu?
İçimde acıdan ırmaklar çağlar;
Gözlerim yaş dolu, gönlüm kan ağlar.
Tatlı hatıralar, sıcak sevdalar
Hakikatsiz rüya oldu, duydun mu?
Kara talih ile olunmaz yarış;
Eğer küskün isen gitmeden barış
Belki son ayrılık, belki son görüş
Kavlimiz yarıda kaldı, duydun mu?
Çok olur dağların karı-kıcısı,
Böyle imiş alnımızın yazısı
Bu mevsimsiz ayrılığın acısı...
Ok vurdu sinemi deldi, duydun mu?
KARAKOÇ’um, kalbim yara, dilim lâl...
Ömrümün ufkunu sardı bir melâl
Beslediğim umut, kurduğum hayal
İçime ateşler saldı, duydun mu?
ANIT
Yeni geldiğimiz karakolun taze bir şehidi var. Bir ay kadar önce pusu mevziine çıkarken çapraz ateşle yığılıvermiş bir taşın üstüne. Belli ki, morali bozuk karakola biraz renk geldi bizimle. Sıkıntıları biraz olsun azaldı gibi. Ama kinlerini gözlerinden okuyabiliyorum. Bize karşı da biraz hayranlık, biraz da ümitle bakıyorlar. Belki
SÜRVEYAN HEKİM
“Doktordan satılık araba” diye ilan verirler, çok doğru aslında.
Ne o arabayı kullanacak vakit bulursunuz, ne de düzenli bir hayatınız olur.
Hele bir de cerrahsanız, o uyku denen tatlı şeyle bir türlü buluşamazsınız.
Ben de Güneydoğu’da görev yaparken hem uykudan, hem de arabamdan mahrum kaldım. Zaten kullanmaya vakit
Başımı göğsüne yaslamadan önce gözlerine bakmıştım bir anlığına. Insanlar son zamanlarda göğe bakmanın ne kadar da anlamlı, ne kadar da umut verici ve şairane olduğuna dair şeyler söylüyor ve yazıyorlardı. Turgut Uyar'ın kemiklerini sızlatırcasına, eline kalem alan herkes duvarlara, eline klavye alan herkes de üç beş favori ve retweet uğruna twitter 'a yazıyordu bunu ve sanki bir bok varmış gibi kafalarını kaldırıp gerçekten de göğe bakıyorlardı. Farkında bile değillerdi; sadece göğe bakmanın ne demek olduğunu bilmeyenlerin, göğe bakmak için kafasını kaldırması gerekirdi. Çünkü gök, bazen gözlerindeydi bir kadının ve göğü görebilmek için o gözlere bakmak yeterliydi.