“Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum
kökten dallara yürüyen sular gibi
yürürüm kömür ocaklarına, çapalanan tütüne
yürürüm hüzün ve ağrılar çarelenir
dağların esmer ve yaban telaşından kurtula diye
torna tezgahlarında demir.
Yürürüm çünkü ölümdür yürünülmeyen
yürürüm yürüyüşümdür yeryüzünün halleri
kanla dolar pazuları tarladakinin
hızar gürültüsü içinde türkülenir bir öteki
gökleri göğsümden aşırtarak yürürüm
yağlı kasketimin kıyısında nar çiçekleri.”
Halki, şimdiki adıyla Heybeliada. Görkemli yalılar, büyük konaklar, güzel bahçeli villalar, iyot-anason kokulu sahil mey haneleri, laternalı kır gazinoları, çiçek, reçine kokulu ormanlar, masmavi pırıl pırıl bir deniz. Istakozlar, pavuryalar, mercanlar, dünyanın en lezzetli balıkları, ada bağlarında damıtılmış şaraplar, rakılar, konyaklar.
Torna, adanın bu şen şakrak, bu şuh dönemine yetişemedi.
12 Şubat 1917'de dünyaya gözlerini açtığında, Birinci Dünya Savaşı patlamış, olanca hızıyla sürüyordu. Heybeli'nin de tadı kaçmıştı. Zengin bir lunapark gibi ışıltılı o yılları, tüccar babası Manol Balcı' dan, annesinden ve dedesinden dinleyebildi. Savaş boyunca Alman "askeri dinlenme tesisi" olan Ada, bozgunun ardından gelen İngiliz, Fransız, İtalyan subaylarına sayfiye tahsis edilmişti.
"Kişiye bir şeyi neden yaptığını sorduğumuzda -bu kelebek koleksiyonu yapma, araba yıkama, bir torna makinesi kullanma veya kitap yazma ya da başka ne olursa olsun- aslında bilmek istediğimiz şey, onu motive eden şeyin ne olduğudur."
Siz, okumuş kişiler Tanrı’nın bir düşünce, az rastlanan bir şey, ne bileyim ben, bulut üstüne oturmuş bir ihtiyar olduğunu söylersiniz. Tann’nın bulut üstünde resimleri bile yapılmıştır. Hiç de değil! Bir torna düşün, nah, kar- deşiminki gibi. Bizler çamuruz. Torna hiç durmadan dönüyor, üstümüzden geçiyor, üflüyor ve bizi dilediği biçi me sokuyor: Testiler, toprak kaplar, çiçek saksıları, tence reler, kandiller yapıyor İçinde su, bal ya da şarap olanlar var, mutfak işlerinde kullanılan ya da aydınlatmaya yara- yanlan var. İnsanlar Tanrı’nın elinden böyle çıkıyorlar işte. Kırılsak bile onun için ne önemi var? Dönüyor, dö nüyor, yeni kaplar yapıyor, bir kez bile arkasını dönüp bakmıyor, baksa neye yarar?”
~•~
• Akşemseddin: Pasteur'dan 400 sene önce mikrobu bulmuştur.
• Ali Kuşçu: Büyük astronomi bilgini. İlk defa ayın şekillerini anlatan bir kitap yazmıştır.
• Ebul- Vefa: Trigonometri'de tanjant, cotanjant, sekant, cosecant'ı bulan büyük alimdir.
• Biruni: İlk defa dünyanın döndüğünü ispat
Dünyamız böyle bir yerdi, öldürmekle ilgili kelimelerle doluydu: boğmaca, tetanos, lekeli humma, gaz, savaş, torna, enkaz, iş, bombardıman, bomba, verem, iltihap. Ömrüm boyunca bana eşlik etmiş pek çok korkuyu bu kelimelere ve o yıllara bağlıyorum.
Velmal, Freya’yı bileğinden yakaladı ve onu geçide sürüklemeye başladı. Omzunun üzerinden son bir defa Tom'a baktı.
Gözlerinde vahşi ve zafer kazanmış bir ifade vardı. Hemen arkasındaki Freya biraz daha bekledi ve o da Torna baktı. Duyduğu minnet, gözlerinden okunabiliyordu. Sonra Velmal geçidin içine daldı ve Freya’yı da beraberinde götürdü. Gözleri kör eden bir parıltıyla yok oldular.Tom, hâlâ açık olan geçide doğru koştu ve içeri baktı.
“Hayır!” diye bağırdı. Annesini daha yeni bulmuşken bir kez daha kaybetmişti.
Kitabı açıp Torna gösterdi. Tom, kitabın sararmış sayfalarına bir göz attı. O kadar eskiydi ki yazılar birbirine girmiş, okunmaz hale gelmişti. Fakat Tom’un dikkatini çeken bir resim vardı: Biri kız, diğeri erkek iki gezgin. Kızın kısa, koyu renk saçları vardı. Oğlan ise sol elinde bir kılıç taşıyor ve tokası mücevherle süslü bir kemer takıyordu.
Ben dünyaya doğru yürümekle
meşhurum
kökten dallara yürüyen sular gibi
Yürürüm kömür ocaklarına, çapalanan tütüne
yürürüm hüzün ve ağrılar
çarelenir.
Dağların esmer ve yaban telaşından kurtula diye
torna tezgahlarında demir.
Yürürüm çünkü ölümdür yürünülmeyen
yürürüm yürüyüşümdür yeryüzünün
halleri
Kanla dolar pazuları tarladakinin
hızar gürültüsü içinde türkülenir bir öteki
gökleri göğsümden aşırtarak yürürüm
yağlı kasketimin kıyısında nar çiçekleri.
Ve o anda madenin girişi, dev bir patlamayla yerle bir oldu. Fıskiye gibi gökyüzüne yükselen toprak ve kaya parçaları, başlarına yağmaya başladı. Yerin derinliklerinden devasa bir yaratık çıktı. Canavarın karnından akan yapışkan madde, başında bulunan ve hastalıklı, yeşil bir ışık yayan taşlar yüzünden yemyeşil görünüyordu. Canavar, pörtlek gözlerini Torna dikti. Uzun, yapışkan vücudu, mavi bir zırhı andıran sert kabukla korunuyordu. İki yanından bir sürü ince bacak çıkan gövdesi, jilet kadar keskin görünen kıskaçlarla son buluyordu.
“Trema,” dedi Tom yutkunarak. “Peşinde olduğumuz Canavar bu!”