İçimizde paramparça olup ufacık kırıntılarına kadar bölünmüşken hayat, içimizdeki okyanusların en derininde boğulmuşken umutlar, içimizdeki yangınlar acımasızca alev almışken, içimizdeki tüm parçalar, tüm inandıklarımız, tüm dirençlerimiz, tüm dayanaklarımız, tüm çocukluğumuz paramparça olmuşken, içimiz yıkık bir savaş yerini andırırken, içimiz terkedilmiş bomboş bir şehirken, içimiz rüzgarlıyken, içimiz sessizken, içimizdeki depremlerden ve kıyametlerden sonra en ufak bir canlı belirtisi yokken nasıl oluyor da hala ruhumuz içimizde? Nasıl oluyor da kalbimiz hâlâ atıyor? Hâlâ nasıl nefes alıp, nasıl da direniyoruz hayata? Bakmayın gülümsediğime, bakmayın ayakta durduğuma, bakmayın dışarıdan normal göründüğüme. Ben paramparçayım.
Ben yenilgiyim!
Herkese Merhabalar,
Stephan King'ten okuduğum 3. kitabın yorumu ile geldim. Kitabı yaklaşık, 2 hafta önce bitirdim ama incelemesini daha doğrusu bana hissettirdiklerini anca yazabiliyorum. Öncelikle, yazardan okuduğum 3. kitap sonrası artık şu fikir bende oluştu. King, biraz fazla abartılıyor sanırım. Hani güzel bir hikaye buluyor ve
Doğru şeyler giymek, doğru kişilerle arkadaş olmak, doğru şekilde hareket etmek, herkes gibi olmak..
Kolaydır kimi insanlar için. Ama sizce de kaçırdıkları bir ayrıntı yok mu, ya da sormaları gereken bir soru?
Doğru nedir?
Bir yerde belirli mimarideki evlerin belirli renklere boyanmasından, çöplerin toplanma saatine kadar her şeyin sınırları
Ahmed Arif sevmiş, bir Leylâ'yı, 'Zalım Leylâ' sını kendi tâbiriyle.. Sevmekten öte, çok çok sevenlerin ötesinde... Hasretinden Prangalar Çürütmüş Leylâ'sı için. Hem de mecazi bir anlamla değil. Bir değil bin kere yıkıla yıkıla.. Yüreğinde küçücük bir umut taşıyarak.. Kendi karanlık acı dolu dünyasının, kapkara odasından sızan; en ufak bir kapı
“Bazen her şeyi kül edip baştan başlaman gerekir. Falat yangından sonra toprak daha bereketlidir, böylece yeni şeyler yetişebilir. İnsan da öyledir. Baştan başlarlar. Bir yolunu bulurlar.”
İçimizde paramparça olup ufacık kırıntılarına kadar bölünmüşken hayat, içimizdeki okyanusların en derinlerinde boğulmuşken umutlar, içimizdeki yangınlar acımasızca alev almışken, içimizdeki tüm parçalar, tüm inandıklarımız, tüm dirençlerimiz, tüm dayanaklarımız, tüm çocukluğumuz paramparça olmuşken, içimiz yıkık bir savaş yerini andırırken, içimiz terkedilmiş bomboş bir şehirken, içimiz rüzgarlıyken, içimiz sessizken, içimizdeki depremlerden ve kıyametlerden sonra en ufak bir canlı belirtisi yokken, nasıl oluyor da hâlâ ruhumuz içimizde? Nasıl oluyor da kalbimiz hâlâ atıyor? Hâlâ nasıl nefes alıp, nasıl da direniyoruz hayata? Bakmayın gülümsediğime, bakmayın ayakta durduğuma, bakmayın dışarıdan normal göründüğüme, BEN PARAMPARÇAYIM...
Ben farklı bir şey deniyorum. Günün belli saatlerini bir ağaçmışım gibi geçirmeye çalışıyorum. Karşıma geçip bir ağaç oluşuma bakıyorum. Kırılıp gölgeme dökülen dallarımı toplayıp tek tek yakıyorum. Böyle ufak tefek yangınlar la içimi biraz da olsa ferahlatıyorum. Ama bunun da bir tehlikesi var tabii. Ateşe uzun süre bakınca, ateş de sana bakıyor Osman.
YÜZYILLIK BİR ÖNGÖRÜ: ‘’Kızıl Veba’’
İlk Post-Apokaliptik Bilim Kurgu Niteliğinde Bir Jack London Distopyası
‘’Kıyamet Sonrası Edebiyatı" olur mu? Olur, Jack London yazmışsa bu da mümkün…
O halde başlayalım…
Jack London, edebiyatta çığır açmasaydı zaten olmazdı. Yazıldığı tarihten bir yüzyıl sonrasına ışık tutan küçük dev eser. Modern
"Bir çeşit sanatçı," demişti Bayan Richardson. Bay Richardson ne çeşit bir sanatçı olduğunu sorduğunda annesi dalga geçerek, "Yolunu bulmaya çalışanlardan," demişti.