— Hey, sakallı! Beyin evi önünden geçmeden Plyuşkin’in çiftliğine nasıl gidebiliriz?
Soru köylüye zor gelmiş gibiydi.
— Yoksa bilmiyor musun?
— Bilmiyorum efendim.
— Saçı sakalı ağartmışsın, ama daha pinti Plyuşkin’i bile tanımıyorsun! Adamlarını aç bırakan toprak sahibi!
— Ha, Yamalı!.. Sorduğun, yamalı!.. –diye bağırdı köylü.
Yamalı’dan sonra bir de ad söyledi, ona son derece uygun düşen bir ad, ama pek kibar sayılmayacak bir söz olduğu için, onu buraya yazamıyoruz. Ama bu o kadar cuk oturan bir addı ki arabanın bir hayli yol almasına, köylünün de gözden yitip gitmesine karşın, Çiçikov oturduğu yerde hâlâ gülüyordu. Şu Rus halkının ne müthiş buluşları vardır! Birine bir ad takmaya görsün, artık o ad onun torununa torbasına da geçer, memuriyet hayatında da, emekliliğinde de, Petersburg’da da, dünyanın öbür ucunda da onu izler. Ne yapsa kurtulamaz ondan. Eli kalem tutan insanlara paralar verip bu adın eski prens soylarından birinden geldiği üzerine yazılar da yazdırsa, yararı olmaz. Karga sesiyle cümle âleme açıkça duyurur durur bu ad kendini, kuşun nerelerden uçup geldiğini söyler. Tam yerini bulmuş bir söz, tıpkı yazı gibidir; balta bile vız gelir ona! İşte Rusya’nın derinliklerinde, Alman, Fin ya da başka hiçbir yabancı halkın, kavmin bulunmadığı, yalnızca, diyeceğini öyle tavuğun kuluçkaya yatması gibi uzun uzadıya düşünüp taşınarak değil, bir çırpıda söyleyiveren canlı, ateşli, hazır cevap Rus zekâsının ışıldadığı yerlerde adama öyle lakaplar takarlar ki daha sonra o kişinin dudağının şöyle, burnunun böyle olduğunu belirtmek gerekmez, lakabı onu olduğu gibi resmetmeye yeter.