Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Yaren Bilici

Yaren Bilici
@yarenoid
7 okur puanı
Mayıs 2018 tarihinde katıldı
Ama bizler renk verenler olduk...
(...) Ne var ki, her iki taraf da söz konusu tablonun -biz insanların şu anda yaşam ve deneyim olarak adlandırdığımız şeyin- aşamalı olarak olmaya geldiği olasılığını, hatta, şu anda bile tümüylü olmakta olduğunu ve bu yüzden yaratıcı (yeterli neden) hakkında herhangi bir sonuca varmamıza, hatta böyle bir sonucu basitçe reddetmemize olanak veren sabit bir varlık olarak değerlendirilmemesi gerektiğini göz ardı etmiştir. Çünkü biz binlerce yıl boyunca dünyaya ahlaki, estetik ve dinsel taleplerle yaklaştık, kör bir eğilimle, tutkuyla ya da korkuyla ve mantıkdışı düşünmenin kötü alışkanlıklarıyla eğlendik, bu dünya adım adım böylesine harikulade parlak, korkunç, derinlemesine anlamlı, duygulu oldu ve bizim rengimizi aldı; ama bizler renk verenler olduk; insan aklı görünümlerin görünmesini sağladı ve kendi hatalı görüşlerini şeylere de taşıdı.
Sayfa 35 - Say YayınlarıKitabı okudu
Reklam
Chesterton Üzerine
(...) Şunu tahayyül eder: "Bir adam batıya doğru dünyanın ucuna giderse bir şey -diyelim ki bir ağaç- bulacaktır, aşağı yukarı ağaca benzeyen, bir ruhun ele geçirdiği... Doğuya doğru dünyanın ucuna giderse tümüyle kendisi olmayan bir şey bulacaktır -bir kule, örneğin-, biçimi lanetli olan..." Yakını uzakla, hatta korkunç olanla tanımlar; gözlerden söz edecekse "ürkütücü kristal"; geceyi anlatacaksa eski bir korkuyu tamamlar ve onu "gözlerden müteşekkil bir canavar" diye adlandırır. Chesterton Üst-İnsan'ın ana babasıyla konuşur ve hiçbir zaman karanlık bir odadan ayrılmayan çocuğun neye benzediğini sorar. Onlar Üst-İnsan'ın kendi yasasını yarattığını, böyle ölçülmesi gerektiğini hatırlatırlar. Bu düzlemde Apollon'dan daha güzeldir; ama sıradan insanın bulunduğu yerden bakıldığında tabii ki. Kabul ederler ki, yapısal farklılıktan dolayı onunla el sıkışmak kolay değildir. Aslında, saçı ya da tüyleri olup olmadığını da kesinlikle söyleyemezler. Cereyanda kalıp ölür, birkaç kişi insan biçiminde olmayan tabutunu taşır.
Chesterton Üzerine
Bir insanın tesadüfen üç gözü ya da bir kuşun üç kanadı olup olmayacağını sorar; çok tanrıcılarla ters düşerek, öldükten sonra cennetteki melek korosu ruhlarındam her birinin kendi yüzünü taşıdığını gören bir insandan; aynalardan oluşmuş bir hücreden; merkezi olmayan bir labirentten; madeni aletlerin yuttuğu bir adamdan; kuşları yutan, sonra yaprak yerine tüy çıkaran bir ağaçtan sözeder.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Kongre
Olayları bilinçli olarak sapıtmayacağım, ama miskinliğimin ve yeteneksizliğimin beni bir takım yanılgılara zorlayacağını sezinliyorum.
Kongre
Kararsızlık, boşverme ya da başka nedenler yüzünden evlenmedim. Yalnızlık bana acı vermiyor. İnsanın kendisini ve kendi davranışlarını hoşgöemesi zaten yeterince zor.
Reklam
İnsanoğlunun büyük bölümünün hata yaptığı kesin ise, doğru önermelerden yanlış sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru sonuçlar çıkarmak mı daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek doğru çözüm, sanırım sıradan insanlara mantık öğretmek; böylece onlara yalnızca doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma olanağı vermektir. Örneğin, Fransızların "mantıklı" olduğu söylendiğinde kastedilen şudur: bir önermeyi kabul ediyorlarsa; incelikli mantıktan yoksun bir kişinin, yanlış olarak bu önermeden çıkaracağı yanlış her türlü sonucu da kabul ederler. Bu en istenmeyecek türden bir özelliktir; İngilizce konuşan uluslar geçmişte, genel olarak, bu duruma diğer uluslardan daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu duruma düşmemeye devam edeceklerse eskiden olduğundan daha çok felsefe ve mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren işaretler vardır. Eskiden mantık çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak, yapma alışkanlığında olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru olduğu anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma sanatı olmuştur. Bu nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl yürütmemeyi öğretmek amacıyla öğretilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü akıl yürütürlerse yanlış yürütecekleri kesin gibidir.
Ortaya çıkan şudur: Belli bir madde parçacığıyla birlikte hareket eden bir gözlemcinin bakış açısından, bu parçacığa etki yapan olayların belirli bir zaman sıralaması olduğu halde, farklı yerlerdeki madde parçacıklarına etki yapan olaylar her zaman belirli bir sıraya sahip değildirler. Daha açık bir örnek alalım: Eğer bir ışık sinyali dünyadan
Dünyadaki gerçek konumumuzu korkusuzca algılamakta tam bir mutluluk, ve mit duvarları arkasına saklananların görebileceklerinden çok daha canlı bir dram vardır. Düşünce dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye hazır olanların açılabilecekleri "engin denizler" vardır. Bütün bunlardan daha önemli olarak da gün ışığını karartan, insanları kavgacı ve acımasız yapan Korku'nun zulmünden kurtuluş vardır. Dünyadaki konumunu olduğu gibi görme yürekliliği göstermeyen hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendisine, kendi küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse muktedir olduğu yüceliğe erişemez.
Hepimizin içinde mantıktan esinlenmeyen eylemlerle tüketilmesi gereken bir miktar enerji olduğuna inanıyorum; bu, çıkış yolunu, koşullara göre sanatta, tutkulu aşkta veya tutkulu nefrette bulur. Saygınlık, düzen ve rutin -yani modern endüstri toplumunun demir gibi katı disiplini- sanatsal dürtüyü köreltmiş ve aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak
Reklam
Rasyonel bir kuşkuculuğun yayılmasının etkileri ne olabilir? İnsanoğlu ile ilgili olaylar güçlü tutkulardan kaynaklanır; bu da onları destekleyen birtakım mitlerin doğmasına yol açar. Psikanalizciler bu sürecin kişisel görünümünü, vesikalı ve vesikasız deliler üzerinde incelemişlerdir. Bazı aşağılamalara maruz kalmış bir kişi kendisinin İngiltere Kralı olduğu yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu yüce konumunun gerektirdiği saygı ile davranılmamasını mazur göstermek için de zekice işlenmiş bir sürü açıklama icat eder. Bu örnekte, komşuları onun bu hayallerine sıcak bakmazlar ve kendisini bir tımarhaneye kapatırlar. Fakat o kendi büyüklüğünü değil de ulusunun veya sınıfının veya mezhebinin büyüklüğünü ileri sürerse, görüşleri, dışarıdan bakan tarafsız bir kişiye tımarhanede karşılaşılanlar kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya dinsel önder olur. Bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları izleyen bir toplumsal delilik gelişir. Kendini İngiltere Kralı sanan bir deli ile tartışmanın tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun hakkından gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya kapıldığı zaman, savlarına karşı gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat o ulusun aklını başına getirecek tek şey savaştır.
Coleridge: "Bir kişi düşünde Cennet'e gitse ve ruhunun gerçekten orda bulunmuş olduğunun ispatı olarak kendisine bir çiçek sunulsa, uyanınca da çiçeği elinde bulsa - Ah! sonra ne olur?"
Gökyüzündeki ya da bir düşteki çiçekten daha inanılmaz olan geleceğin çiçeğidir, henüz bir araya gelmemiş atomları şimdi başka mekanları kaplayan benzersiz çiçek.
En çok da orta var, ortadan ortaya geçilemiyor. Öyle bir topluluk gibi yuvarlak, ortası şişkin, dış çeperi de ortaya dahil. Ah yuvarlak toplulukların yuvarlana yuvarlana aldıkları yol, ah yuvarlacıklığın içinde kenarı köşesi acımayan, kopmayan, vura vura helak olmayanlar, ah kendi sağı, soluna batmayanlar, kendi gözü kendini oymayanlar, ah yuvarlacıklar, en fazla bir tümseğe gelince hafiften sekenler, buyurun, dünya sizin.
Ne kadar ne değilsek oymuş gibi duran her şeyimiz var.
Ne tuhaf çocukken görünmez olmak isterdim, meğer zaten görünmezmişim, dahası herkes meğer görünmezmiş. Kalp saklı, gizli, sırlı, hileli, sahibinden bile ayrı iş ve oluşlarda, sahibinden bile saklı emel ve arzularda, kendi isteklerini yaptırabilmek için kendini ve arzularını başta türlü gösterebilme hünerinde ise, istekleri hep masum sebeplerle istinatlı ama aslında tam tersi ise ve insan neyi niçin istediğini ve yaptığını hep sonradan öğreniyorsa.... ama kalbi hakkında kendine hele başkalarına konuşabiiyorsa bu çirkin gizlilik, bu kapaklılık, ömür boyu süren bu aldanış, bu zilletli sonu gelmez aldanış bizi zaten görünmez yapmamış mı? (...) Keşke başka şey dileseymişim.. Görünür olmayı, göründüğümden olmayı, görebilir olmayı dileseymişim, acaba kabul olur muydu? Zaten mevcudu istedim diye mi kabul oldu? Kendini kendinden ayırmak, etini sıyırmak ne zormuş, ne bağırtıcıymış, üstelik ne gürültüsüz yapılması gerekenmiş, ne yaptığını hiç belli etmeden içinde kendini bırakarak geçilen tünelmiş. Eski ağrılarımı arar oldum. Sofradan, yemek içmekten, kalabalıktan, insandan, anlatılanlardan, başka akıllardan, en hafif duygu ve hallerden, başklarının dünyasından, yaptıklarından, acılarından... haberdar, ilgili olmak gerekiyor. Bu benim şimdiye kadar hiç değmediğim bir hal. Bunlarla ilgili gibi görünmek, değerli bulur gibi yapmak, tahammül etmek o kadar zor ki. Kimse de pek zor gelir hali yok, böyle yaşanıyor?! Ne güzel şey perişanlık, gerçek perişanlık, ne hafiflik, içindeki öyleymiş gibi yapanları süpürüp atan gürül gürül bir gerçek perişanlık, ah ne güzel, keşke perme perişan olsam, keşke mahvolsam.
Reklam
Benim şimdiki halim böyle...
Hani insan kendisine, ailesine en uzak yaşayışa imrenir, onun için her şeyi yapar, kendine en uzak insana meyleder, her kılığa girer ama olmaz. Olmayaşına dair binbir anı ile eski yaşantısına döner. Eski yaşantının sakinleri bunu burnu sürtülme, işin aslını sezme, nihayet yola gelme, kan çekmesi vs. her tür yanlış anlama ile anlar adlandırır,
Bildiğim bir şey var, bir şey nasıl bozulmuşsa tersi ile düzeliyor. Ben kendimi dinleye dinleye böyle oldum. Kendimde bu kadar dinleyecek ne vardı, şeytanın talimatı ile mi böyle hafız kesilip gece gündüz kulağıma üfledim, sonra duyduklarımla, belki uydurduklarımla sağır, dilsiz ve taş kesildim, bilmiyorum. Dedim ya buraya nasıl gelindiği belli,
İnsan gençliğinde değişikliklerden hoşlanıp, bunu zorla şerle, olmayanla derinleştirip kabartmaya, mayalandırmaya çalışıyor. Yaş ilerleyip de değişiklik gerçekten yaşanan bir hal olmaya başlayınca ve kimsenin de aslında değişiğin peşinde olmadığını anlayınca kendini ne yapacağını, nereye sığdırıp, kime ne kadarını göstereceğini bilemez oluyor. Otuz yedi yaşıma geldiğimde kendime kendi gözümle mi, başkalarının gözü ile mi bakacağımı, hangisinin daha az tahripkar olduğunu sezemez hali gelmiştim. Kendi kendime baktığımda bir türlü gerçeğin ne olduğunu seçemiyor, kendimle ilgili hayal mi, halüsinasyon mu, vehim mi, vesvese mi olduğunu bilemediğim bir karmaşanın arasından hasta, yarı baygın şekilde bin güçlükle sıyrılıyor, bir daha böyle dehlize girmeyeyim diyordum. Başkaları tarafından olası görünümümü düşünüp, o tarafa geçip bakınca da bu kadar ufaklığı, zavallılığı tahammül edilmez görüp kendimi yüceltememenin çaresizliği ile kaskatı bir cesede dönüyordum.
(...) ama tuhafı şu ki ben galiba hayatımda hiç gerçekten açık sözlü bir insanla karşılaşmadım. Bütün bu insanlar bana hemen hiçbir şey söylemiyorlardı. Kendimle kalan ben de ya tepiniyor, ya acı çekiyor, ya büyüklük duyguları ile kabarıyor, ya hep olduğu gibi hayalleri asıl yerine koyarak dayanıyordum.
Bu müzikleri dinleyip de hiçbir şey olmamış gibi kalkabilenlere, tıka basa yemek yiyenlere, başka basit şeyler konuşup gülenlere şaşıyor, irkiliyordum. Dediğim gibi lise bitti. Nasıl, ne vakit oldu bu iş pek hatırlamıyorum. Hemen her zaman olduğu gibi okulun en dangalak, en hiçbir şeysiz tipleri asıla asıla bir şey yakalamışlardı. İnsan on altı-on yedi yaşında nasıl bu asılış arzusunu duyabilir kendini asmanın dışında, hiç anlamadım. Ben peygamber olmak istiyordum, ya da hiçbir şey. Ama olamadığım peygamber olamamak olsun istiyordum bir yandan da. Bunlar salak salak her şeyi derste, okulda, hocadan öğrenen, düşünün, kendi arkadaşlarının yanında bile ezilen, yarışan, pis tiplerdir. Başkasının on beş yaşında bildiğini ve unutmaya çalıştığını kendileri otuz beş yaşından sonra ve elbet en etkisiz, zayıf haliyle, başka bir sürü çöple dolduktan sonra öğreniyor, daha doğrusu sağdan soldan duyup üzerlerine yamıyorlardı. Sahipler, hep sus pustu. Sahiplerin konuştuğuna hiç şahitlik etmedim. Konuşmak, gerçek muhatap ister. Boş olduğunu ve boşa konuştuğunu, bildikten sonra daha kolayı yoktu elbet. Kendi kupkuru, galeta gevreği halleri ile otuzundan sonra, onlara çok başka gelen, en basitine talip olunabileceğinden de on beş yaş civarındakine denk gelen en seyrelmiş, aslını kaybetmiş söz, davranış ve hallere sözde bir sahiplik yaratmaya çalışıyorlardı. Gördüklerimiz ve konuşanlar hep bunlardı. İşin tuhafı bu bir öngörü, fark edip sahiplenme idi. Hiçbir şeyi ayırt edemeyenlerin yanında pazara çıkıyorlardı. Bu pazar dünyanın en orta, en işlek, en kalabalık yeri idi. Desem ki bizzat kendisiydi, yanılmış olmam.
İnsan, aktarılamayan Kelâm' ın sonsuz vecdi içinde yalnızca kendini dinlemeliydi; kendi sessizlikleri için kelimeler ve sadece kendine ait pişmanlıklar için işitilebilen akortlar uydurmalıydı.
Reklam
Hala en güzel hikayeleri dünyalar bir araya gelse anlamayacaklara mı anlatacaksın? Ve sen hala sağırlar ordusuna senfoniler mi çalmaktasın? Ne seni hazmedebilen ne de senin hazmedebildiğin bir alemde için sızlıyor, biliyorum.