İsa'nın dış görünüşü güzel bir ilkbahar sabahında, güneşli bir çayırı andırır. Gözünüzü dikip ona bakamazsınız, ama vebalı değilseniz, duyumsarsınız. Onu seversiniz, o da içinizi ısıtır, bir kızıl buyurgan ya da duygusal küçük kentli gibi, karşısına geçip gülmezsiniz. Bir Molotof ya da Malenkofu, güneşli ilkbahar sabahında, çayırda ceylanların otlayışını seyrederken getirebilir misiniz gözünüzün önüne? Olanaksızdır bu. İsa, ışın saçan, kokulu bir çiçek gibidir, bunun farkındadır, bundan ötürü mutludur; onlarda bulunmadığını bildiğinden, ilk davranışı duygularını yoldaşlarına aktarmak olacaktır. Bu duygulardan yoksun olduklarını, kendi içlerindeki duyguları öldürdüklerini bilmektedir, ama yeryüzünde en çok arzuladıkları bu duygulardan nefret ettiklerinin farkında değildir. Ayrıca, daha doğar doğmaz sünnet ederek, gözüne yakıcı ilaçlar damlatarak, hoşgeldin yerine kıçına bir şaplak yapıştırarak her yeni doğmuş çocukta bu duyguları öldürdüklerini bilmemektedir. İnsanların bunu farkedebilmeleri için, binlerce yıl yoksulluk çekmeleri, yüzlerce Ermiş'in ateşe atılıp yakılması, savaş alanlarında dağlar gibi insan ölüsünün yığılması gerekecektir. İsa'nın talihsizliği işte bunu bilmemesidir. O, yoldaşlarının yalnızca bilgisiz olduklarına, çetin işlerle açlığın onları alıklaştırdığına inanmaktadır. Bilgeliğinin, susamışları çeken çeşme gibi onları kendine çektiğini sanmaktadır. Sonunda, insanlar onu öldürecektir, öldürmeleri gereklidir.