Biri bana sakin desin ortalık fena karışık
Biri beni dinlesin
Anlasın biri beni
Biri gözlerime baksın
Ortalık fena karışık.
Ayın boynu bükük, neden?
Neden bulanık hep suyum?
Biriniz şarap getirin, yakarım yoksa ağaçları
Su serpin, tuz dökün, bakın her yerim kanıyor
Ne deseler kanıyorum, sahi ben aptal mıyım?
Bütün seyyar satıcılara yanaşasım
Viki birden ellerini kavuşturup, başını öne eğdi ve dua etmeye başladı. Onun dua ettiğini gören Ali Osman birkaç adım geri çekilerek bekledi. Küçük bir köy mezarlığında, son derece gösterişsiz ikiz mezarların başında iki genç insan ölülerini saygıyla andılar. Duası bitince yağmurluğunun cebinden topraktan yapılmış ince bir Maori heykelciği
Sernameyê name, namê Ellah
Bê namê wî natemam e wellah
Ey metle`ê husnê `işqibazî
Mehbûbê heqîqî û mecazî
Namê te ye lewhê nameya `işq
ismê te ye neqşê xameya `işq
Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla.. Ben kalemle doğmuşum. Insanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı. Şiirle başladım edebiyata, cıvıldıyan bir kuş kadar rahattım yazarken, kulaklarımda bir ses uğulduyordu, etrafımdakilerin duymadığı bir ses. Ve defterler kendiliğinden doluyordu.
Bir gün Kadıköyü'nden Yeldeğirmeni'ne doğru giderlerken, o zamanın en yüksek -beş katlı- apartmanlarından birinin en üst katından bir kadın, ipe bağlı bir sepete seyyâr sebzecinin doldurduğu nevâleyi yukarı çekiyormuş. Bunu gören Ali Rıza Bey: "Biz târihte mâide'nin gökten indiğini okumuştuk. Şimdi iş tersine dönmüş, erzak yerden gök'e çıkıyor." demiş.
Ayın boynu bükük, neden?
Neden bulanık hep suyum?
Sevmiyor işte beni, biriniz de anlayın
Biriniz şarap getirin, yakarım yoksa ağaçları
Su serpin, tuz dökün, bakın her yerim kanıyor
Ne deseler kanıyorum, sahi ben aptal mıyım?
Bütün seyyar satıcılara yanaşasım geliyor
Yancı bir kederdeyim bütün imkanlarım sakat
Biri bana he desin
Hak versin biri bana
Hak versin geberiyorum
Biri tez şarap getirsin
Şirintepe parkındayım
Ağır ve ağrılıyım, inanmıyorsanız bakın
Şeritte büfe ayaklarını keserken ve bu ceviz ayaklara lifteyle, çeşitli iskarpilelerle arslan pençesi motiflerini oyarken, bombeli kapaklara içindeki porselen ve kristal taklidi takımları kalabalıkmış gibi göstersin diye dilimli kenarları tıraşlanmış camları dizerken, kaplamalarını sistire yapıp zımparalarken hep bu Edebali büyüğümüzü düşündüm.
İyi geldi.
Çünkü onu düşünürken içerilerde bir yerlerde sakladığım dünya dertlerini tanrıyla hesaplaşmak için binlerce köleyi kırbaçla çalıştırıp Babil Kulesi'ni yaptıran Nabukadnezar'ın sırtına yüklemek kolayıma geliyordu. Çünkü atölyenin karşısındaki Tahmisçi Tahsin'in o küçücük gövdesiyle tunç kahve tokmağını saatlerce taş dibeğe vururken çıkardığı ses bana nedense Nabukadnezar'ı hatırlatıyordu.
Tarih kitaplarını da.
Cumhuriyet Caddesi'ndeki seyyar kitapçı Nurullah'ı. Muhammed Hanefi, Hazret-i Ali Cenklerini. Kan Kalesi'ni. Hayber Kalesi'ni.
Hatta Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Şahmaran hikâyelerini.
Ne tuhaftı şu dünya!
Rize'de de şapka direnişi çok masum isteklerle başlamış ve isyanla devlete başkaldırma ile asla ilgisi olmamasına rağmen muhaliflere ve özellikle de halka gözdağı vermek için 'irtica' adı altında kıyım başlatılmıştır. Nitekim Rize Ulu Cami İmamı Şaban Hoca, namazdan sonra etrafında toplanan kalabalığa;
"Biz hükümetten akaid-i
Erzurum'da olayların başlangıcı isyan, başkaldırı şeklinde olmamış tır. Halk bir "rica" için vilayete, Vali ile görüşmeye gitmiştir. Nitekim Gidelim Hükümet konağının önüne, vali beye rica edelim. Kar da yeni yağmış... Bizim kulaklarımız üşüyor. Bahara kadar müsaade etsin, baharın örtelim başımıza şapkayı. Şimdi arasak da bulamayız