HER GÜN SENİNLE
Güzel olan
Her günü seninle tekrar tekrar yaşamak
Erimek yarını olmayan zamanlarda
Durdurmak bir yerde bütün saatleri
Bütün kuralları kırıp parçalamak
Sonra varmak o yerlere
Mevsimlere dur demek
Kar yağarken çiçek açtırmak ağaçlara
Güneşi bir akşam saatinde tutup bırakmamak
Sonra doldurmak ay ışığını
Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
“Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius.”
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.
Yani görünüşte insan küçük, fakat taşıdığı mana öyle büyüktür ki, kainatın meyvesi, en mükemmel sanatı, en şerefli mahluku... Her şey ona yönelmiş, ona koşturuluyor. Her birimiz diyebiliriz ki, o güneş benim için doğdu, beni ısıtıyor. Yıldızlar ve ay, benim gecemi aydınlatan kandillerim. Dünya kadar geniş bir sofra kurulmuş bana... Her şey bana has, bana özel. Oysa hayvanlar öyle mi? Gerçi hayvanlara da, bitkilere de özel sofralar kurulmuş, fakat benimki kadar geniş ve özel değil. Onlar sayılı birkaç rızıkla beslenirken, benim soframda sayısız çeşit çeşit nimetler, ihsanlar, lütuflar... Ve bu dünya kadar geniş soframa, her bahar taze taze, demet demet çiçekler özenle yerleştirilmiş... Ve bütün mahlukat, emrimi tutan hizmetli gibi... Bütün bunları düşününce insan kendini aziz bir misafir gibi hissetmez mi?
Ayçiçeği güneşe âşık olunca gülmekten kırılmış bütün bitkiler. “Güneş gökyüzündeki tahtından bir an bile ayrılmaz. Kudretli ve ulaşılmazdır. Sen kim o kim? Vazgeç bu sevdadan” demişler hep bir ağızdan. ayçiçeği sesini çıkarmamış. Sevdalı gözlerini dikmiş güneşe; bakmış bakmış bakmış. Uzun müddet hiçbir şeyin farkına varmayan güneş, nihayet bir gün, ayçiçeğinin bakışlarını hissetmiş üzerinde. Önce geçici bir heves sanmış, ama zamanla yanıldığını anlamış. Ayçiçeği öyle inatçıymış ki, güne; tahtını nereye taşırsa yılmadan usanmadan o yöne çevirmiş başını.
Derken bir öğleden sonra, artık bu takipten bıkan güneş sapsarı gazabıyla kavurmuş ayçiçeğini. Daha simsiyah duman tüterken üzerinde, insanlar akın etmişler olay mahalline. “Yaşasın!” demiş içlerinden biri. “Şimdi ne güzel çitleriz bu aşkı.” Aynı gece televizyon karşısında acıklı bir aşk filmine gözyaşı dökerken, çitlemişler ay çiçeklerini.
Taoizmin ölüm döşeğine gömülmüş olan büyük şahsiyetlerinden birine talebeleri şöyle sordular:
-Ölünce seni nerede kefenleyelim ve nereye gömüp bırakalım?
Şöyle dedi: Benim mezarım yeryüzü. Mezarımın tavanı gökyüzü. Kabristanımın kandili geceleyin ay, gündüzün güneş.
Dediler ki: Eğer seni toprağa bırakırsak, kuşlar ve haşerat seni yer.
Cevaben dedi ki: onları niçin Tao'nun kendileri için yarattığı yiyecekten mahrum edeceksiniz.
İşte bu Tao'nun düşünce tarzıdır.
HOŞÇAKAL
Ayın hareketlerindendir gel-gitlerin ...
Gök gürültün, sağanak yağışların,
Zelzelen, yer çekimin ve hatta tüm çekimin...
Sana karşılık aflarım zeytin gözlerine kelepçeli oldukça,
Tutsak zaaflarım, açılmamış karanfil kokulu zarflarda...
Hoşçakalı telaffuz ederken aslından yansıma güneş, özbeöz geceye durmuştu.
Yarıma cezalı ay
ne eski bir tango melodisi, ne de siyah önlüklü bir mektepli kız resmi, hayır beni on sekiz yıl evvelki o tatlı hatıraları alemine atan, gazetede götürdüğüm iki satırlık, kupkuru, alalade bir kiralık ilanı oldu.
o anda pendik sahilleri birden gözümde canlanıverdi. o köşk...o köşkün bizim bahçeye bakan penceresi...ve o pencereden mahinur...sarı
...ve bütün yollar gözümde büyüyor.Neyi ya da kimi bekliyorum.
Güneş aynı güneş,geceler aynı geceler
Bir tek ay var
bunu çocukluğumdan beri biliyorum...
İstanbul minareleri mahya sanatıyla İslam kültürünün en aydınlık ve renkli geleneğine sahne olduğu gibi, ay ya da Güneş tutulmalarında, kötü ruhları kovma amacıyla şerefelerden gökyüzüne ateş eden insanlara da tanık olmuştur. Bunun nedeni hiç şüphesiz ki, 1577'de Taküyiddin Efendi'nin kurduğu rasathanenin, dönemin şeyhülislamı Ahmet Şemsettin'in uydurduğu rasadın getireceği uğursuzluklarla Padişah üçüncü Murat'ı etkilemesi ve donanmanın top atışlarıyla yerle bir edilmesidir.
Sıcaktan ve ardında bıraktığı o yapışkan, terli pislikten nefret ediyordum. Bizim, onun varlığıyla bitmek bilmeyen saatler geçirdiğimizi fark edemeyecek kadar kendisiyle meşgul olan güneşin ilgisizliğinden nefret ediyordum. Güneş kibirli bir şeydi, bizi bezdirirken dünyayı ardında bırakıp giderdi.
Ay ise sadık bir arkadaştı.
Hiç gitmezdi. Daima oradaydı, bizi izlerdi, sadıktı, bizi aydınlık ve karanlık anlarımızda tanır, tıpkı bizim gibi sonsuza dek değişirdi. Her gün kendisinin farklı bir versiyonu olurdu. Bazen zayıf, solgun, bazen de güçlü ve ışık saçan bir ay olurdu. Ay, insan olmak ne demek, bilirdi.
Belirsiz.Yalnız.Eksiklerle oyulmuş...
Beni Tarihle Yargıla
'Titrek bir mum alevinin havaya bıraktığı bulanık bir is,
Ve göz gözü görmez bir sis değildik biz
Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla,
Ve tarihle yargıla...'
Bal değildir ölüm bana,