“ Sen isteğime uymaya söz verene kadar ayrılamayız. Ben yalnız ve perişanım; insanlar benimle arkadaşlık etmeyecek; ancak benim kadar biçimsiz ve korkunç biri beni kendinden esirgemeyecektir. Benim arkadaşım aynı türden olmalı ve aynı kusurları olmalı. Bu varlığı yaratmak zorundasın.”
"Ne kadar yükseğe çıksak da ne kadar derine insek de duygularımızdan kaçamayız." Kendimizden hiçbir zaman ayrılamayız. Başka varlık olarak aktif ve canlı bir biçimde kim olduğumuzu düşünmediğimiz sürece başka bir varoluş elde edemeyiz.
yarattığımız şeylerden ayrılmak ne zordur, değil mi, ister gerçeklik olsun ister hayal, ister kendi ellerimizle yok etmiş olalım, onlardan bir türlü ayrılamayız.
‘Ey Yaratılanların en güzeli, Tanrının yarattıklarının
Sonuncu en iyisi, gözün görebileceği, aklın düşünebileceği en güzel şey,
Kutsal, tatlı kadın! Nasıl böyle birden kaybettin kendini,
Soldun ve ölüme yaklaştın? Yasağı nasıl ihlal ettin,
Yasak, kutsal meyveyi nasıl kopardın? Seni lanetli bir düşman kandırdı,
Ama kim bilmiyorum ve seninle beraber ben de mahvoldum;
Hiç kuşkusuz seninle birlikte ben de öleceğim.
Sensiz nasıl yaşarım? Senin tatlı konuşmandan
Aşkından nasıl vazgeçerim de bu vahşi ormanlarda
Kimsesiz yaşarım? Bir kaburgamı daha versem ve Tanrı
Bir Havva daha yaratsa bile senin kaybını asla unutamam.
Hayır, hayır! Doğanın bağı çekiyor beni, sen benim
Erimsin, kemiğimsin, mutluluk ya da acılarda ayrılamayız biz.’
...oradan ayrılamıyordu...
"Burada kalacağız!" Dedi ve ağır ağır ekledi:
"Mücaviriz... Herhangi bir mücavir gibi...(Yani dünyanın dört bir tarafından gelip de ayrılamayarak, ömürlerinin sonuna kadar Medine'de, Harem-i Şerif yakınında yerleşen Müslümanlar gibi) Nebiyy-i Muazzam civarından ayrılamayız. Onun şefaatine sığınıyoruz. "
Geçmişizden ayrılamayız; bugünü farklı algılamaya hazır olduğumuzda ondan ayrılırız. İşte o zaman bu yeni bakış açısı bizi daha geniş bir pencereden bakmaya zorlar.
Birlikte yapabileceğimiz hiçbir şey yok, ayrılamayız bile. Benim yüzümü bu kadar ağırlaştıran şey budur işte. Ben ki neyim? Geceye ağıtlar dizen bir sabah rüzgârı mı? Bir akşamın gelişi mi? Ruhunu sözcüklerle onaran anakronik bir derviş mi?