Leibniz, imanın akılla çelişmeyeceğini, hatta son tahlilde, onların aynı noktada buluşabileceklerini söyler. Ona göre, "imanın muhtevası, matematikte gördüğümüz ispatlar kadar tutarlıdır. İki hakikat birbirine zıt olamayacağından, iman hakikatleri, geometri hakikatlerine de zıt değildir. Bu nedenle, iman hakikatlerine karşı sarsılmaz bir itirazın yapılması imkânsızdır." İki zıt bilgi, çelişmezlik ilkesi gereğince, aynı anda doğru olamayacağına göre, iman hakikatlerine çürütülemez itirazların yapılması mümkün değildir. Çünkü Tanrı'nın bir hediyesi olan aklımız, küllî yani Tanrısal Akla uygundur. İkisi arasındaki "fark, bir damla su ile okyanus veya sonlu ile sonsuz arasındaki farka benzetilebilir. Parçaya zıt olan, ister istemez bütüne de zıt olacaktır." O halde insan aklı Tanrı aklına zıt olmadığı için, dogmalara da aykırı olamaz.
Tuzla'daki evin son ödemesi gelmişti… O'na söylemeden arabamı (Murat 131) sattım. Parayı verdiğim zaman O'nun gözlerinden akan bir damla yaş… Düşünceli, acı dolu bir ifade…
günler geçti, halimiz aynı
saplanmıştık, ne esinti ne dalga vardı, resmedilmiş bir gemi gibi aylak, resmedilmiş bir denizde yatalak.
su, su, her yanda
ve çekti tüm borda;
su, su, her yanda
yok içmeye bir damla.
"Bir milletin istiklal hakkını aramasından ve bu yolda gerekiyorsa son damla kanını akıtmasından daha tabii ne tasavvur edilebilir ? Şerefsiz, istiklalsiz, esir bir millet çocukları olarak yaşamak yerine, efendice ve kahramanca ölmek elbette ki şayanı
tercihtir. Bunu anlayamamak ne garip mantıktır?"
Bu açıdan bakınca, yağmurda hüzün gibi bir şey galiba: İlk başta aman bana ilişmesin diye didinir sakınırsın, emniyetli ve kuru kalmak için elinden geleni yaparsın, ama baktın ki olmuyor, baktın ki yağıyor üzerine dört bir koldan, gark olursun ta dibine kadar ve bir kez bu kadar battın mı içine, ha bir damla eksik ha bir damla fazla ne fark eder. Yağmur da hüzün gibi bir şey, yakalandın mı bir kez, azı çoğu yok artık. Olsa olsa kuru kalabilenler" ve "sağanaktan nasibini alanlar"
ışığın ve gölgenin dilini öğrendim,
rüzgann dilini,
yağmurun dilini;
kuşları, çiçekleri, ağaçları anlayabiliyorum;
ve Tanrının onlarla
ne demek istediğini bana ...
suların çağıltısını anlıyorum,
taşların sessizliğini, sazların iç çekişlerini ...
ve bütün bunları damla damla seslere,
ritimlere, dizelere dökebiliyor,
tüylendirip,
"Tükürdüğün kuyunun, gün gelir bir damla suyuna muhtac olursun da, o kuyu yine de senden suyunu esirgemez. Çünkü zamanla şunu net olarak anlarsın ki,
"Bazı insanlar isterseler de kötü, bazıları ise isteseler de iyi olamazlar."
Açlık. Açlık dört bir yanda hüküm sürüyordu. Açlık, yüksek evlerin dışındaki iplere ya da direk- lere asılmış içler acısı kıyafetlerdeydi; Açlık, bu kıyafetlerin kâğıttan, samandan, paçavradan ve tahtadan yamalarındaydı; Açlık, adamın testereyle kestiği her ufacık odun parçasında kendini tekrarlıyordu; Açlık, tütmeyen bacalardan aşağıdakileri seyrediyordu; Açlık, çöplerinde zerre kadar yiyecek bulunmayan, leş gibi sokaklarda şaha kalkmış bir dev gibi dikiliyordu. Açlık, fırıncının raflarındaki tek tük bayat ekmeğin üzerine kazılı olan kelimeydi; Açlık, sosis dükkânlarında satılan, ölü köpek etinden yapılmış yiyeceklerdeydi. Açlık, kuru kemiklerini, dönen silindirlerde kebap yapılan kestanelerin arasında takırdatıyordu; Açlık, çeyrek penilik çorba kâsesindeki kendine hayrı olmayan birkaç damla yağ içerisinde kızartılmış sert patates dilimlerinin her bir zerresindeydi. Açlığın ebedi varlığı her yerde ve her şeydeydi.
..nazlı
kayıp kentlerin yalnızlığı surlarla çevrilidir
aslına bakarsan
ki bakmakta her zaman fayda vardır aslında
kentlerin yalnız olmasının tek nedenidir çevreleyen surlar
surlar sırları gizlemek vazifesiyle yükselirken gözlerimizde
damla damla erir mumların sertliği
bir kibrit ya da çakmağın çakmasıyla gelişir
olaylar zinciri olur yaşama bağlanır
yaşama bağlar yaşama dahil eder seni beni ettiği gibi edilgen bir hal alır yalnızlığın
terk edilmiş iç kentlerin arasındaki yolculuğum başladı pencere kenarı olsun diye bir ısrarım olmuyor nedense seninle
ki hep olur