Hayata karşı hissizleştiğimiz anlar o kadar fazla ki.. Her şeyden çok sıkıldığımız,günlerin birbirinin aynısı olduğunu hissettiğimiz, sadece yaşamak için yaşadığımız zamanlar mesela. Bitsin her şey, kurtulayım istersiniz.. Herşey o kadar basitleşiyor ki bazen bize verilen bu ömür artık değerli gelmiyor ve her şey anlamını yitiriyor..
Veronika da ölmek istiyor ama başaramayınca kendini bir akıl hastanesinde buluyor. Doktoru ona bir haftalık ömrünün kaldığını söylüyor. Ölümü beklerken orada kurduğu arkadaşlıklar ve küçüklüğünden beri çok sevdiği piyano yaşama arzusunu arttırıyor.O da bu yüzden sahip olduğu bu kısacık zamanı hayatında hiç yapmadığı şekilde "istediği" gibi geçirmek istiyor .Tanıdıkça kendini daha çok seviyor. Veronika kaçmak isteyen bir insandan mücadele etmek isteyen bir insana dönüşüyor. Bu hikayesiyle bize de ışık tutuyor aslında.Bir çiçeğe, bir kelebeğe ve hatta bir damla suya bakarken bile yaşadığımız her saniye için mutluluk duymayı öğretiyor bizlere. Okuduktan sonra kendiniz olmayı öğreneceksiniz ve inanın bana bu çok hoşunuza gidecek.
Yaşadığımız her anın kıymetli olabilmesi için illa öleceğimiz günü bilmemiz mi lazım? O yüzden hep yaşama sevinciyle kalın.İçinizden neyi nasıl yapmak geliyorsa öyle yapın. Umutlarınız ve hayalleriniz hiiiç tükenmesin.
İnceleme Öncesi Giriş Notu: Bu incelemeyi okumak yerine izlemeyi tercih ediyorum diyenler için:
youtu.be/hGYFKlWgCO4
Sesin adı Benjy'dir. Sessizliğine ses katan otuz yaşında zihinsel engelli Benjy. Sesi yalnızca ağlamaktan ibaret olan, konuşamayan, derdini anlatamayan, dünyayı anlayamayan Benjy. Adı Maury'ken değiştirilip Benjamin'e
Hayatın görünen taraflarını bir garez duygusuyla düşünmeye daldı. Hep böyle miydi? Yiyeceklerin tadı hep bu muydu? İnsanın hem içinde hem de teninde daima bir tür karşı çıkış, hakkı olan bir şey hileyle elinden alınmış gibi bir his vardı. Şimdikinden çok farklı bir zaman hatırlayamıyordu. İşlerin bir zamanlar farklı olduğuna dair atalardan kalma bir bellek yoksa, neden tüm bunlar ona katlanılmaz geliyordu ki?
Hatırlamak, kaybetmenin ne olduğunu tanımlar. Kaybetmek gerçekliği pekiştirir.
Kaybetmek, kaybedilenin bir zamanlar gerçek olduğu düşüncesini güçlendirir. Henüz kaybedilmemiş olan, henüz el altında bulunan her zaman kuşkulu bir varoluş içindedir.
Sen de bir zamanlar çocuktun unutma!
Kendine ait fikirlerin, başkasına tuhaf gelebilecek düşüncelerin, uçuk kaçık hayallerin vardı.
Çocukken daha özgürdük; herkes gibi düşünmek, herkes gibi davranmak, herkesle aynı pencereden bakmak, herkesle aynı hayalleri kurmak zorunda değildik. Belki hala değiliz ama yine de artık sanki biraz daha mecburuz.
Uzun zaman aşksız yaşadım. Bu, mevsimin sonbahar olması ve bu havaların yağmurlu gitmesinden değildi. Yalnızca eski bir sevdadan kurtulmuş, bir yenisine başlayamamıştım. Aşk benim için eski bir alışkanlıktı. Bir zamanlar aşksız bir insan nasıl yaşar, nasıl dolaşır, neler düşünür diye merak ederdim. Herhâlde bir insan şehrin uçsuz bucaksız caddelerinde gölgesini peşine takarak dolaşmaz.
Ayfer Tunç, “Anlatmak yeniden yaşamak demek.” dedirtiyor, romanın sonlarına doğru Osman’a. Aslına bakarsanız Tunç da, anlatarak yeniden yaşatıyor. Çünkü son romanı Osman, bir üçlemenin –belki de şimdilik- son romanı.
İlkini 1990’ların başlarında yazmıştı: Kapak Kızı. O roman karlı bir kış günü Ankara’dan İstanbul’a giden bir trenin üç yolcusu
"Kendiliğinden Gösteriler'in en büyük tutkunu koyunlardı; içlerinden biri vakit kaybettiklerinden ve soğukta dikilip durmaktan başka bir şey yapmadıklarından yakınmaya kalksa (bazı hayvanlar, gerçekten de, domuzlar ve köpekler ortada görünmediği zamanlar yakınıyorlardı) KOYUNLAR AVAZI ÇIKTIĞI KADAR BİR AĞIZDAN 'Dört ayak iyi, iki ayak kötü!' diye meleyerek onu susturuyorlardı."
Dostoyevski’nin 1871 yılında tamamladığı Cinler romanı okuduğum ağır bir kitap oldu. Ağır olmasının nedeni siyasi olması ve içerdiği mesajlar. Bu kitabı okumayı düşünüyorsanız yazarı ve dönemi hakkında kesinlikle bilginiz olmalı, ayrıca siyasi bilginiz de elbette olmalı yoksa anlamak zor oluyor.
Dostoyevski kitaplarında dini illa ele alır ve
‘’Ağlama Angelita, bu akşam ya sana bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın.’’
Bu cümleyi ilk okuduğumda bir süre duraksadım ve ardından birkaç defa daha okudum. İlk harfinden son noktasına kadar oldukça dokunaklı bir cümleydi benim için. Arka kapağını da okuduktan sonra başka bir şansım kalmamıştı geriye. İspanya İç Savaşı’nın gölgesinde
Birisinin tanınmış bir şehirde, başından can sıkıcı bir olay geçmiş olduğunu varsayalım. Daha sonradan bu şehrin adını duymak, o kimsede moral bozucu bir etki yaratacaktır. Aynı biçimde eğer başından sevindirici bir olay geçmiş olsaydı, o şehrin adını duyduğunda göstereceği tepki de, tam ters biçimde bir mutluluk duymak olarak belirecekti. Şehir aynı şehirdir. Ama onunla bağlantılı olan kişisel anı, bu şehri yaşanılmış olayla paralel olarak, o zamanki ruhsal durumun sembolü haline getirmiştir. Aynı etki ve sembolik anlam, belirli bir ev, sokak, giysi ya da bunlara benzer şeylerle ilişkili olarak da çıkabilir karşımıza. Rüyada görülen resim, onunla bağlı olarak bir zamanlar yaşadığımız duygusal anı yansıtır bize. Burada sembol ile sembolize edilen yaşantı arasındaki bağıntı tamamen rastlantısaldır.
Sayfa 131 - Arıtan Yayınevi Çeviren: Aydın Arıtan 3.baskı