Hiç kimseyi tanımadığım, hiç kimsenin beni tanımadığı bu kalabalıkları deliler gibi seviyorum. Böyle zamanlarda kendimi, tekerlekli bir cam fanusun içinde yalnızca benim onları gördüğüm hayaline kapılıyorum. İnsanı, sadece böyle sevebiliyorum. Birileri beni geçiyor. ben de başka birilerini. Kimisiyle aynı yönde kimisiyle ters yönde yürüyoruz. Birbirimizin hiçbir şeyini bilmeden, mesela irinli kasıklarını, günlerdir su değmemiş koltuk altlarını, sol ayağındaki mantarı, az önce ettiği küfrü, günlerdir kafasını kurcalayan o ağır yükü, yirmilik dişininin kancık ağrısını, yetiştiklerini veya geç kaldıklarını, ihanetini, sadakatini, piçliğini, cebindeki son beşliğini, ilk günahını, avuçlarındaki kanı, tırnaklarının arasındaki çiş ve bok parçalarını, bir insanı ne zaman nasıl ve ne kadar sevebileceğini, ne olursa nefret edeceğini, en son ne için hangi yalanı söylediğini ya da kimin yalanına kandığını, hayatında kimse olup olmadığını, birinin hayatında kimse olup olmadığını bilmeden ve umurunda da olmadan geçip gitmenin benzersiz hazzı. Çünkü bilince yani birilerine ait birtakım bilgilere sahip olunca mesela, bir kere soluyunca bir daha burnundan çıkmayacak her köşede arayacağın kokusu, denk gelmedikçe yanan canın ve işte bunların omuzlarına karabasan gibi çöküşü.