"Bak" dedi, kalbini göstererek, "Şurama, tam da şurama bir şey oturdu. Geçit vermiyor, nefes aldırtmıyor. Buram buram can yarası kokuyor. SEN oturdu buraya, kocaman bir SEN!"
Gece'nin gözleri dolu doluydu. Tek kelam edemiyordu. Oysa Suskun olan o değildi. Çığlık çığlığa dert yanıyordu Suskun gözlerinden yaşlar boşanarak.
"Neredeydin haaa? Bunca yıl, bunca zaman NEREDEYDİN? Benim bağrım dağlandı, seni söküp atacağım diye. Başardım mı peki? Dön bir bak çevrene. Başarmışa benziyor muyum? Kimse anlamıyor. Herkes tek kelam edeyim diye gözümün taa içine bakıyor. SUSMA! Diyorlar bana. Adımı bile unuttum ben, sesimi aldın benden. Bir tek sana bütün seslenişlerim, hırçınlığım. Kimisi "delirdi" diyor benim için. Kimisi "Ruhu çekildi" diyor. Peki sen? Sen neden hiç bir şey demedin bunca yıl? Susmasanaaa..."
Susuyordu Gece. Verecek cevabı mı yoktu? Konuşacak kadar gücü mü kalmamıştı? Bildiği bir tek şey vardı. Geç kalmıştı.
"Suskun" dedi koridordan gelen bir ses. Girebilir miyim? Çıt çıkmadı. O telaşla daldı ikinci soruyu sormadan odaya doktor. "Neyin var? Hıçkırık seslerini duydum. Işığı açmamı ister misin?"
Az önce çığlık çığlığa sorular yağdıran Suskundan bir tek şakaklarını sırırlsıklam eden yaşlar vardı. Her zamanki gibi yine gökyüzüne döndürdü yüzünü, yıldızlara daldı geçmişe yolculuğa çıkar gibi....
"Dolmabahçe Sarayı’nda katafalkı ziyaret ederken, Halet ile benim arkamda yürüyen Şefika’nın usul usul ağladığını duyuyordum. Cenazeyi, aile dostu bir avukatın Karaköy’ de caddeye bakan bürosundan seyrettik. Büro Yüksekkaldırım’in tam altındaydı.
Top arabası görününce, ansızın, şiddetli bir dolu yağıyormuşcasma, ”çıt çıt çıt” sesleri geldi oradan. Meğer eskiden basamaklı olan Yüksekkaldırım’da toplanan Yahudiler, dinlerinin yas geleneğine uyarak, giysilerinin düğmelerini aynı anda koparmışlar yere atmışlardı. Düşen düğmelerdi o dolu sesini çıkaran."
Sayfa 166 - Yapı Kredi Yayınları, 88.BaskıKitabı okudu
Fransa bir zaman İstanbul'a sefir olarak eski Dâhiliye Nâzırı «Mösyö Konstans»'ı göndermişti. Bu adam, gâyet zeki ve ince bir diplomattı. Sefirler meclisinin hiç bir netice vermeyen toplantılarından bir gün sinirlenmiş ve İspanya sefirine :
“Mösyö dö Marki, müsaâde ederseniz meclisin kararlarını tebliğ etmek üzere bu sefer saraya ben gideyim!..”
Kapkaranlık Ormanda öyle kötü bir kitap ki bunu nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Hani bizde tam istediğimiz şekilde karşılığı olmayan bir kelime var ya “cringe”, bu kitap tam olarak böyle. Kimin adına utanç duyacağınızı şaşıracaksınız. (Ayrıca yorum SPOİLER içeriyor olacak, üzgünüm ama başka nasıl bu kitabın ne kadar kötü olduğunu anlatabilirim
Dikkat, kalbiniz çok acıyabilir! Hatta çıt sesi gelebilir. Zira kitabın belli bir bölümünden sonra kalbim o kadar acıdı ki, acaba devam etmesem mi dedim.
Canım Zezem benim, seni ne çok kırdılar, ne çok dövdüler seni acımasızca, zalimce. Belki hayat tam da sevmeye başladığın yerden kırdı seni.. Ayırdı dostundan.. Portuga'ndan.. Sonra şeker portakalından geldi veda çiçeğin. Ah be Zeze biliyorum, sen büyüsende içindeki o yaralı çocuk hep acıtacak canını, kanatacak bir yerlerinden. Sen dimdik dururken hayata karşı, yaşanmışlıklar içten içe kemirecek seni. Ama üzülme, seni büyüten de bu olacak. Umarım ileriki yaşlarında çok mutlu olmuşsundur. O güzel kalbinden öpüyorum seni, küçük Zezem..
Şeker PortakalıJosé Mauro de Vasconcelos · Can Yayınları · 2022230,5bin okunma
Birinin iyi dilekleri, birinin yazmayı hatırlaması, birinin, hiç rahat
olmadığınızı fark etmesi.
Tabakta kan kırmızısı bir biftek, tebeşir ve odun ateşi kokan okuldan kaçarken
elinizin altındaki çit.
Yukarıda kazlar, aşağıda yoncalar; nefes nefese kaldığınızda duyduğunuz
kendi nefesinizin sesi.
Gözümdeki yaşların yıldızları bulandırması, omzumda kızağı dayadığım yerin
acıması, eldivenli parmakla buğulu pencereye sevgilimin adını yazmak.
Ayakkabı bağlamak, bir paketin üzerine düğüm atmak, dudaklarımda
dudaklar, elimde bir el; günün sonu, günün başlangıcı, önümde her zaman bir
gün olacağı hissi.
Hoşça kalın, artık hepinize veda etmeliyim.
Ölü doğmuş bir yasak aşk hikâyesi. Okurken sıkıldığımı söyleyemem, ilk psikolojik roman olmanın hakkını fazlasıyla vermiş, edebi bir tatmin ile okudum diyebilirim. Karakterlerin iç dünyaları, gelgitli ruh halleri, hissettikleri saadet ve elemin derinlemesine incelenip yansıtılması okurken gerçekten zevk veriyor. Gel gör ki ben bu kitaptan daha
Babası bir papaz olan ve 1816 yılında dünyaya gözlerini açan Charlotte Brontë, 3 kız kardeşin en büyüğü. Annesini küçük yaşta hastalıktan kaybediyor. Beş kardeşin bakımını teyzeleri üstleniyor. Ardından 3 kız kardeşiyle aynı okula başlayan Charlotte okulun sağlıksız koşulları yüzünden Elizabeth ve Maria'yi kaybediyor. Daha sonra bu okuldan ayrılıp