Antika medeniyetlerin beş altı bin yıl süren gelişiminde, temel ekonomi, pek az değişikliklerle (tefeci-bezirgân) ikiz kardeşler adındaki bezirgân sermaye (le capital marchand) çerçevesini aşamaz. Onun için, gelmiş geçmiş bütün antika medeniyetler, o bezirgân ekonomi üzerinde yıkılıp kuruldukça, tarihin tekerrür ettiği sanılmıştır. Gerçekte tekerrür yok, hareket ve değişme vardır. Kantite (nicelik) bakımından: her medeniyet yıkılışında barbar yığınlarından bir bölüğü daha medenîleştiği için, yeryüzünde medeniyet alanı gittikçe daha genişler. Kalite (nitelik) bakımından: medeniyetçe boyuna fethedilen yeni coğrafya ve dolayısıyla yeni teknik üretici güçler, toplumun ekonomi temelini biraz daha ileriye götürür. İnsanlık bir adım geri, iki adım ileri de olsa, izafî olarak, her seferinde azıcık daha yol alarak, modern medeniyet basamağına doğru yükselir.
Antika medeniyetlerin, sıra dağlar gibi uzanıp gidişine, baştan sonuna dek egemen olan ana kanun tarihsel devrimler kanunudur. tarihsel devrimler, modern çağla birlikte sona erer
... bütün ilerlemelerin kaynağı milli vicdan olduğu gibi, milli bağımsızlığın doğuş yeri de, dayanağı da yalnız odur. Bu sözlerden anlaşılıyor ki, medeniyet dairelerinin de kendilerine özgü coğrafya alanları ve bu alanların belirli sınırları var.
AHMED ARİF
«Bir şair: Ahmed Arif
Toplar dağların rüzgârlarını
Dağıtır çocuklara erken»
«Hasretinden Prangalar Eskittim» kitabıyla Ahmed Arif’in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az
Her türlü yaratıcılığın ilk temelleri şüphesiz ki Komün'ün kollektif
emeği içinde atılmıştır. Bu temeller Vahşet çağına dek uzanır.
Konumuz medeniyet ve barbarlık güreşi içerisinde tanrısallaşma
prosesidir. Burada da medeniyetin binlerce yıllık sansürüyle komün
yaratıcılıkları maskelenmiştir. Bunu kısaca hatırlatıp işledik.
Peki medeniyetin tanrısallaşmada hiç mi rolü olmamıştır?
Komün veya barbarlık insan toplumunun bütün üretici güçlerini
kendi içinde derlemiş, tarihi yapan canlı bir organizma (kollektif aksiyon)
oluşuyla, insanlığın bütün yaratıcılıklarının temellerini kendi içinde
atmış olur. Hemen bütün olumluluğu bu yaratıcılık özünde toplanır.
Ama adı üzerinde ilkeldir. Bilinci yok denecek kadar azdır. Bütünüyle
tarihin kanunlarıyla yürür. Bu potansiyel bir altşuurdur ve kollektiftir.
Bu yüzden yakıcı-yıkıcı bir güçtür de; kendisine ters gelen anlamayan
her şeyi yakıp yıkar.
İçerisinde derlemiş olduğu bilhassa teknik ve coğrafya üretici gücü
geliştikçe medeniyete parçalanmak, sosyal sınıflara bölünmek zorundadır.
O zaman komünün işi biter, yani yaratıcılıklarını ve yarattıklarını
geliştirmeye yaygınlaştırmaya vakit bulamaz. O'nun kaderi; tarihteki
rolü, komün rezervi bitinceye kadardır. Medeniyet içerisinde rolünü
gelenekleriyle sürdürür; tarihsel devrimci rolü kolay kolay bitmez.
Velhasıl, medeniyet kimliğim anlamında Kahire'de hiç yabancılık hissetmedim. O zaman bir kez daha fark ettim ki, medeniyet kimliği coğrafya ve etnisite aşan bir kimlikti.
Batı Avrupa İnsanları, barbarlıktan kurtulup da Avrupa'daki antika medeniyet yıkıntıları üzerinde modern kapitalizmi kurdular kuralı; Avrupa'nın coğrafya ve tarih üretici güçleri bakımından belirlendirdikleri bölgelerde yaşayan (ekonomi-dil-zihniyet) birlikli kümeleşmelere Millet adını verdiler. Kapitalizmden önceki toplumlarda en geniş birlik Ümmet idi. Hangi (ekonomi-dil-zihniyet)ten olursa olsun aynı inancı benimseyen toplum insanlarına ümmet deniyordu. Kapitalizm ilk defa Avrupa'da, aynı Hristiyan inancı benimsedikleri halde, (ekonomi-dil-zihniyet) bakımından farklı topluluklara, ayrı milletlere böldü. Demek, bir ülkede MİLLET'ten konu açmak orada kapitalizmin geliştiğini gösterir. Kapitalizm bulunmayan bir yerde millet aramak saçmalıktır.
“Türkiye medeniyetler arasında köprüdür, tarihi zenginlikleri sonsuzdur” gibi pek bilmeden, bilip düşünmeden tekrarladığımız sloganlar vardır. Oysa bunları belirli bir bilgiye oturtarak düşünmeye, mütalaaya almamız lazımdır.
İçinde bulunduğumuz Akdeniz kuşağı; İspanya, Güney Fransa, Yunanistan ve Anadolu, güneyimizde de Kuzey Afrika kıyıları ve
Öğrencilere müfettiş gibi sorular sorardı.
1930 yılında Galatasaray Lisesi'ne geldi. Tesadüfen o gün orta son sınıf öğrencilerinin tarih-coğrafya sınavı yapılıyordu. Sınav salonuna girdi,öğrencileri tek tek ayağa kaldırarak şu soruları sordu.
• Attila'nın Romalılarla harbi sırasında Afrika'dan İspanya'ya geçen ilk Arap ordusu kaç kişiydi?
Bunların içinde kaç Türk bulunuyordu?
Bu ordu nereye ayak bastı?
Hangi istikamete doğru gitti?
İlk olarak hangi şehri zaptetti?
• Sevr ve Lozan antlaşmalarını mukayese ediniz?
• Ege Denizi'nin iklimiyle Adalar Denizi'nin iklimi arasındaki farklar nelerdir?
• Devletçilik ve fertçilik nedir?
• Teşrii Kuvvetler ne demektir?
• Kanunlar nasıl yapılır?
• Şimendifer siyaseti nedir?
• Türkiye'de 1914'ten sonra yapılan şimendifer hatları?
• Batı Anadolu'nun ehemmiyeti nedir?
• Eski medeniyet ne demektir?
• Etilerle Mısırlılar arasındaki muharebeyi anlatınız?
• İlk zamanlarda Asya'daki Türk kavimleri nelerdir? Bunların göç yollarını anlatınız? Asya'nın ortasındaki büyük denizin kurumasını anlatınız?
• Asur, Elan ve Akad medeniyetlerini Mısır medeniyetiyle mukayese ediniz?
• Anadolu'daki Türk medeniyetleri hangileridir?
• Eti, Sümer ve Mısır medeniyetlerinden hangisi eskidir?
• Bizdeki reisicumhur seçimiyle Almanya'daki reisicumhur seçimi arasındaki farklar nelerdir?
1930 yılı Türkiye'sinde ortaokul öğrencileri işte bu kadar ağır soruları bile cevaplayabilecek donanıma sahipti.
Fuat Sezgin ve Oryantalistler – 2
Fuat Sezgin, oryantalistlerin bilime Müslüman katkısını araştırırken, büyük heyecan yaşadıklarından bahsetmektedir. O, bir Müslüman olarak kendi tarihini, oryantalistlerden öğrenmekten dolayı büyük bir üzüntü içerisindedir. Ancak, bilginin evrenselliğinden hareketle, müracaat ettiği oryantalist kaynakların