Carl Sagan'ın Tanrı'nın Kapısını Çalan Bilim kitabını okudum. Bu kitabı "Tanrı'ya inanmak değil, BİLMEK isteyen bilim" diye de okuyabiliriz. Bilimin "Tanrı" dediği şey, doğanın işleyişindeki prensiplerdir. Bunu felsefî kuram olarak bize sunan Spinoza. Bilime uyarlayan da Einstein. ABD'de din adamlarının isteği üzerine verdiği demeçte "Ben insan ilişkileri ve yaşayışında her şeye karışan Tanrı'ya değil, Spinoza'nın Tanrısına inanıyorum" demiştir.
İlahiyatın "inandığı" Tanrı, insana pek yakın olan bir ilâh. Hatta O istemezse yaprak kımıldamaz. Carl Sagan ise, bilimin materyal ölçüleriyle ispat edilebilir bir Tanrı istiyor. "Tanrı, kendini bize kanıtlamak için bulanık yollar denemek yerine, örneğin, Ay gezegenine 10 Emri yazabilirdi!" diyor.
Dinlerin tanıttığı Tanrı, insandan Tanrı'ya DİKEY bir ilişki değil; insandan insana YATAY bir sorumluluk aslında. İnsanlara birlik içinde olmaları için güçlü bir metafizik anlatı sunar. (RELİGİON Latince DİN demektir ve bir arada bağlı tutmak anlamına gelir)
Bilimin pozitif rolü, kutsal olanı anlama sürecinin tamamlanmamış olduğunu göstermesidir, ki, C.Sagan'ın dinamik şüphesi bu noktada değer kazanıyor. Tanrı'ya bilmeden değil, bilerek tapmanın yollarını arıyor.
Ben de Tanrı konusunda dinamik şüphe dönemleri yaşadım. Uzayı ve EVRİM'i öğrendikçe, bu denli karmaşık, tesadüfî ve hayranlık verici sürecin Tanrısal bir sanat olduğunu gördüm.
Ne diyor Anatole France: "Rastlantı, Tanrı'nın öz imzasını atmak istemediği yerde, kullandığı takma addır."