Bu romanda herkesin gözleri lacivert. Hiç lacivert göz görmedim ama lacivert gözleri severim. Lacivert gözlerin derinliklerinde, bilinmeyen diyarlardan maceraperest seyyahların getirdiği anlamlar yatar. Bence tabii...
Dışarıda cıvıltılı bir ilkyaz güneşi, tazelenen ve yeniden doğan dünyanın yeşillikleri üstüne, işveli bir salıntıyla sıcacık altın tozları serpiştiriyor. Ben, senin için ey kari, bir roman yazıyorum.
Kapı çalınıyor. Kim geldi acaba? Kimi istersem, kimin ismini yazarsam o gelir. Yazmanın bu yararı var işte, küçük bir işaretle, canımın istediğini getiririm. İstersem fikrimi değiştiririm. Kim ne yapabilir? Hadi bakalım, kapının zili çalmadı, gelen giden yok. Tamam mı? Yoo, tamam değil, çünkü fikrimi yeniden değiştiriyorum, zil çalıyor ve Ali, yani kardeşim geliyor. Karşımdaki koltuğa oturuyor, bir yandan da önümdeki kağıtlarla daktilo makinesine şöyle bir göz atıyor.
- Ne yapıyorsun?
- Roman yazıyorum.
Haksız yere azarlanmış bir çocuk gibi, bir an irkilerek anlamadan bakıyor yüzüme.
- Niye?
dört mevsim sonbahar/ahmet altan
Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ıstırap çeken kardeşim! Bu dünya eğer daimi olsaydı ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak ve zevalin rüzgarları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde manevi kış mevsimleri olmasaydı, ben de seninle beraber senin haline ağlayacaktım. Fakat, madem dünya birgün bize 'Haydi dışarı!' diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak ; o bizi dışarı kovmadan biz bu hastalıklar ikazatıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.
Kudüs'te puslu bir yaz yaşanırken, bu puslu yazın hiç bitmeyen tozlu havadan ibaret olmasıdır. Zalimin yaptıklarına bu kadar seyirci kalan biz müslümanlar birlikteliğimizi Uhud, Bedir ve Hendek gibi kurabilseydik zalimin sesi bile çıkamazdı... Ama gel gör ki ey kardeşim zalim yine yaptıklarını sanki çok güzel bir şey yapmışlar gibi biz müslümanlara bile bile göstermekteler.... Ya Filistin'de ya Suriye'de ya Irakta olanlara ne demeli var mı ki farkı? Ben bulamıyorum bir fark... Yine esirler zulüm görenler benim müslüman kardeşim:( Biz birlik olmadan bu böyle devam edecek mi diye sorulara gebe aldık. Evet kardeşim böyle devam edecek senin birliğin yoksa . Mülümanın birliği kendisinde uyandırmalı ki birleşen eller islam'a ELİF gibi dik, davasına VAV gibi olabilmeli.(M.EDİŞ)
sanırlar ki "artık dünya bitti"
sanırlar ki "işte geldi kıyamet"
oysa işler inatla
ağır raylar üzerinde tren
yağlı asfaltta otomobil
köpük köpük denizler içinde vapur
bağırırlar
yüzümüze yüzümüze
Allah dert vermiş, derman vermez mi?
Sen ne kadar da olgunsun!
ALLAH SENİ NE GÜZEL SINIYOR...
BELLİ Kİ CENNETE GİDEN YOLUN BAŞINDASIN..
GÜL ÖYLE GÜZEL Kİ DİKEN KAPLASA DA ELİNİ.. KOKLARSIN..
O DİKENLER SENİ ACITSA DA! VAR GİT... GÜL KOKULU CENNETİN SENİ BEKLİYOR..
EY KARDEŞİM! DİREN! ....
ALLAH SENİ SEVAPLARINLA BEKLİYOR.
meryodan:))
Unutma zaman su gibi geçer, bittiğinde bir damla dahi almamış olman senin kararın,
Sonu geldiğinde farkında olmayarak bir zerrecik içmemiş olmak kendi zararın,
ve en önemlisi de pişman olman sana bugünden gösterilmişken
daha ne kadar yanlış şeylerde ısrar edeceksin,
ey kardeşim artık bundan sonra doğru yolu seçeceksin :)
"Bir gece, Cebrail gelir, Hz. Muhammed'i miraca davet eder. Cebrail ile Hz. Muhammed, gök tabakalarını ve cennet katlarını gezip dolaşmaya başlarlar. Firdevs cenneti makamına da girerler. Orada camiye benzeyen bir makam görürler. Bu binanın içinde kırk adet yakuttan direk vardır, içerisinin çevresi zümrüt ve firuze taşlarıyla kaplanmış, döşemeleri gümüşten yapılmış, dışarı avlu billur üzerine değişik ziynetlerle süslenmiştir. İçerisinde altın ve gümüş lülelerden oluşmuş havuzda devamlı Kevser suyu akmaktadır. Buraya girenlerin bir daha çıkmak istemedikleri anlatılmaktadır.
Hz. Muhammed, "Ey kardeşim Cebrail! Bu güzel ve süslü makam neresidir?" diye sorar.
Cebrail de, "Ya Muhammed! Ümmetin için Allah Teâlâ o makamı oluşturmuştur. Buna Cami-ül Kübra (Büyük Cami) derler. Bu makamın benzeri, dünyada üç tarafı deniz, bir tarafı da kara ile çevrili Konstantiniyye şehrinde bulunmaktadır. Bu şehirde Sofiya adlı güzel bir ibadethane ve yüce bir makam vardır. Bunun adına da Cami-üs Suğra (Küçük Cami) derler. Burada gördüğün yüce makamın dünyadaki timsalidir. Senin ümmetine, onun içinde ibadet etmek nasip olacaktır" diye cevap verir.
Hz. Muhammed, Cebrail'den bu sözleri işitince Allah'a şükredip o güzel makamı gönlünce seyreder. (...) Sonrasında Cebrail ile vedalaşıp miraçtan döndükten sonra ashabına, Ayasofya makamını anlatır. Her biri duyduklarına aşık olurlar ve "İnşallah ölmeden evvel o güzel makamın içine girip ibadet etmek kısmet olur" derler."
’’ Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de essiz zulümler islediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim ibrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kâğıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz’’
MUKADDES KARIN
Sen ey kırmızı gözlü ana,
Sen ey kahredip yaratan,
Sen ey köprü altlarında sularla yan yana yatan.
Sen ey yangınlı meydanların sesi . .
Sen ey şiirlerin şiiri, bestelerin bestesi . .
Sen ey kardeşim
sen ey kahrolası
sen ey darağaçlık.
Sen ey
her şey,
sen ey AÇLlK!
Çıplak ayaklarına, alnımı koyar
andederim ki,
derim ki:
DÖĞÜŞECEĞİM,
benim, bizim, onun, onların değil
SENİN mukaddes karnın doyana kadar ...