Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
bari portakalımı yesem
Bu toprakların tarihi içerisinde XX. yüzyılın ilk çeyreği kadar trajik bir devir gösterilebilir mi bilemem. Varoluş kaygısının tek kelimeyle kaderimiz haline dönüştüğü yıllardır bu yıllar. Büyük destanların yazıldığı yıllar, bir milletin ödeyebileceği en büyük bedellerin ödendiği yıllar, çekilebilecek acıların en yükseğinin çekildiği yıllar;
Sayfa 71 - Kapı Yayınları / meşrutiyet hatıraları / * Paris'ten Tih Sahrasına, s. 141-143, Ankara, 1949Kitabı okudu
Reklam
Bizler
Biz bir elbiseyi dört yıl, beş yıl, altı yıl giyeriz. Elbisemiz üstümüzde eskir. Eskiyle gezer, ona alışırız, çıkartmak da istemeyiz. Ta ki evlerimizden kadınlarımız, kızlarımız şikâyet edip, sabah akşam "Komşularımızdan, eşimizden dostumuzdan utanıyoruz!" diye diye başımızı ağrıtana kadar. Bizden çoğunun elbisesi üstüne göre biçilmiş
Eski Bir İstanbul Masalı
"Artan rüzgarla savrularak camlara vuran yağmur damlaları,âdeta kendilerini içmek istercesine pencere pervazını bir öpüp bir bırakan çamın iğneleriyle bütünleşirken her bir dal,akseden alev dalgalarıyla şekilleniyordu.Yaşlı kadın,gözlerini alıştırdığı bu su,dal,ses ve ateş oyunları içinde cama yansıyan kendi aksini artık gayet net seçebiliyordu.Sanki bir engin ormanın içinde yapayalnız karşısında duruyordu kendisi.Duruyor ve kendisini seyrediyordu.Görmekte olduğu,hayatının ta kendi gerçeğiydi işte.Onca kalabalıktan,onca sevgiden,bir koca aileden geriye kalan,işte karşısında yansıyordu.Onca sevgi sesi,aşk sözcükleri,çocuk kahkahalarından geriye kalan,işte şu an duyduğu yağmur,rüzgar ve dalların sesleriydi.Bir de sobadan gelen çıtırtılar.Alevler,sanki geçmişinde kalan bütün diğer sesleri ve görüntüleri birer birer yakalayıp eritiyordu.Nasıl böylesine yapayalnız ve nasıl bu kadar sesiz kalmıştı hayatı?"
Sayfa 178Kitabı okudu
O gün biz onunla o kadar uzaktık ki birbirimize, yağmursuz bir İstanbul akşamının tüm yağmur damlaları aramıza düşüyor ve ben onun elini tutuyordum. Ve onun eli o kadar uzaktı ki avucuma, sanki "Bir ses gelse de kayıt gitsem" diye bekleyen bir çığ gibiydi. Galata gürültülüydü.
Sayfa 8 - https://youtu.be/uDFpcSc7IcY
Fakat bu sükûtun zehir damlaları nokta, virgül, edat, işaret kadar küçük olacaktı. Bir “fakat”, bir “ise de”, bir “heyhat!” memleketi kurtaran devleri yere serecekti.
Sayfa 464 - Oğlak Yayınları 17. BaskıKitabı okudu
Reklam
Ordumuzun İstanbul önlerine dayandığı günlerdir. Henüz bahardır ama hava iyi sıcaktır. Yedikule önlerinde toplanan askerler kırbaların dibinde kalan son damlaları da yudumlar ve su sormaya başlarlar. Öyle ya bu çocuklar daha yıkanacak, paklanacak, abdest alacaklardır. Fatih bu sıkıntıyı nasıl halledeceğini düşünürken üzerinden yaban kazlar geçmesin mi. Genç sultan, süvarilerden birine kuşları esaret eder. Delikanlı okuna davranır, elini sadağına atar. Fatih "Hayır, hayır!" diye fısıldar, "Onlan takip et. Kim bilir, belki de bir göle uçuyorlar." Süvari bir hamlede atına çıkar, hayvanını topuklar. Artık kazlar nereye, o oraya. Kuşlar atışalanı taraflarında alçalır alçalır ve berrak sulu bir gölceğize konarlar. Delikanlı önce suyun tada bakar, sonra matarasını doldurup ordugaha koşar. Doğrusu bu su beklenenden ziyade ve umulandan tatlıdır. Mimarlar, ustalar derhal işbaşı yapar, rütbeliler bile künk taşırlar. Çok değil 5 -10 gün sonra lülelerden su akmaya başlar. Fatih bu mutluluğu paylaşmak ister, Çeşme başına gelir. O sıra bir sanatkarın kitabeye "adını." Kazıdığını görür. Ustaya döner "niye ama" der, "suyu bulan ben degilim ki?" Vezir araya girer ve usulünce sorar: "Peki bu Çeşme kimin ad ile anılsın?" Kazların! Öyle de olur. Çeşmenin adı “Kazlıçeşme” kalır.
Başı tatlı tatlı dönüyordu; gene “gazete”yi düşündü: Evet, Ankara'yı o kadar güzel beğenmeyecekti ki ona garezkâr diyemeyeceklerdi. “Zafer”i göklere çıkaracaktı, taşlar, "garez”, gökte duran “zafer”in arkasında görünmeyecekti. Haykırarak beğendiği "lnönü”nün arkasından “Ankara”yı beğenmeyen zehirli bir sükût. .. Fakat bu sükûtun zehir damlaları nokta, virgül, edat, işaret kadar küçük olacaktı. Bir “fakat”, bir “ise de”, bir “heyhat!” memleketi kurtaran devleri yere serecekti. Parasızlar, memuriyetsizler, Veni-zelos'un resmini artık duvarlarına asamayanlar, insanı iki buçuk saatte zengin eden münakasalı “Nafıa”lara "Harbi-ye”lere "Maliye”lere hasret çekenler her sabah onun gazetesini okuyacaklardı. Bu kadar büyük saadeti onlara, Adnan, her sabah beş kuruşa satacaktı.
Ne güzel betimleme...
Hüseyin Hikmet Bey, bir sabah vakti, karla kaplı kubbeleri, minareleri, kuleleri, tepeleri ve tepelerine yayılmış ormanlarıyla uzaktan bakana ince oymalı geniş ve yumuşak bir dantel gibi gözüken İstanbul'a varıp yağan karla rengi solgunlaşmış sulardan yakamozlu parıltılarla çırpınan balıkları kapan deniz kuşlarını, cami avlularından kanat patırtılarıyla havalanıp karlara karışan beyaz güvercinleri, gergef işleyen nazlı bir kadın parmağına batmış bir tığdan oyalı bir beyazlığa sıçramış kan damlaları gibi gözüken kırmızı fesli gölgeleri, bütün o beyazlığın içinde kara bir büyü gibi dolaşan uzun siyah kayıkları görüp de, kıyılara dizilmiş kahvehanelerden yükselen ıslak tömbeki kokusuyla, tepelerdeki çiçek tarlalarından gelen serin fulyalarla kasımpatıların rayihalarına karışan zift ve insan kokusunu içine çekince ürperdi.
Sayfa 49 - Everest YayınlarıKitabı okudu
20 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.