Öne Çıkan Alp Dağları'ndan ve Miss Chalfrin’in Albümünden Gönderileri
Öne Çıkan Alp Dağları'ndan ve Miss Chalfrin’in Albümünden kitaplarını, öne çıkan Alp Dağları'ndan ve Miss Chalfrin’in Albümünden sözleri ve alıntılarını, öne çıkan Alp Dağları'ndan ve Miss Chalfrin’in Albümünden yazarlarını, öne çıkan Alp Dağları'ndan ve Miss Chalfrin’in Albümünden yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Milādi tarihin ilk asırlarından yıkılan Roma medeniyeti- nin tozu toprağı içinde gördüğümüz Barbarlara, on doku- zuncu asrın eşiğinde tekrar rasgelmiş oluyoruz.
Bunların size uhuvvet [kardeşlik], müsavat [eşitlik] ve hürriyet birtakım ve güzel şeylerden bahsedişle- rine inanmayınız. Yalan söylüyorlar ve söyledikleri yalanla hem sizi, hem kendilerini aldatıyorlar. Onların açtığı ihtilā- lin çocuğu, bugünkü medeniyet de anın [onun] için lüzum- suz yere birtakım yalanlar üstüne dayanıyor ve çelik adalatı- nı [kaslarını] bu yalanlarla süslüyor.
Alp Dağlarından , zamanında tüm kitaplarını satın alıp okuma amacı taşıdığım Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun iki kısımdan oluşan kitabı. Kapak ve kitap ismini görünce bunun bir gezi / seyahat tarzı kitap olduğunu düşünmüştüm ama yanılmışım. Kitap bir "şarklının" gözünden "garpı" ve bir "garplının" gözünden "şarkı" anlatan , karşılaştıran ve değerlendiren bir eser. Bir sayfada İtthatçılığı yermesi ve birkaç saydaki tespitler dışında çok kayde değer bir şey göremedim.
“Muasır Frenk şairlerinden biri kendisi için: ‘Ben suya taş atan adamım’ diyor; buradaki sudan maksat ammenin ruhu değil midir? Şair bir havuz kenarında eğlenen bir çocuk gibi, bu suya taşlar atıyor ve her taş, kendi sıklet ve cesametine göre birtakım halkalar açarak ve sesler çıkararak suyun dibine dalıyor. Ey Türk şairi! Senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur.”
[
Türk gençleri kadınları "açmak!" istiyor: çünkü kadınlar örtünme, namehremlik namı altında umumi hayat ile kendi aralarına girilen bu ağır perdenin arkasında manen, maddeten kuruyup harap olmuşlarmış; çünkü, onlar ne iyi bir eş, ne iyi bir ana ve ne de sadece aklı başında iyi bir kadın imişler; yürümesini bilmezler, giyinmesini bilmezler, konuşmasını bilmezler, düşünüp çalışmasını bilmezlermiş!… işte, bütün bunlar içindir ki Türk gençleri kadınların kıyafetini değiştirmeği elzem addediyorlarmış.
Bana kalırsa, onlar yalnız bunu değil, bütün milli selameti ve bütün içtimayı ıslahatı ancak bir kelimenin etrafında topluyorlar: değiştirmek! Meyi değiştirmek? Nasıl değiştirmek? neyi ve nasıl olursa olsun, onlar memleketlerinde mevcut ve yerleşmiş ne varsa hepsini değiştirmek ve her cihetten kendilerine benzememekle artık kurtulmuş olacaklarına kanidirler
Türkler Avrupa'ya seyahate çıktıkları zaman kıyafetlerini ve serpuşlarını değiştirmek lüzumunu hissetmiyorlar; çünkü, kendilerine göre bir aklı selimle o muhitlerde, erkek iseler kırmızı fesle, kadın iseler siyah örtülerle pek aykırı kalacaklarını seziyorlar. Onların ruhları, yabancıya karşı ürkek, mahcup ve hürmetkardır. Bize geldikleri zaman bütün adetlerimize uymaya ve an'anelerimizi incitecek hareketlerden mümkün olduğu kadar sakınmaya gayret ederler. Onların kendi memleketlerinde bile yabancı ile temasa geldikleri zaman benliklerinden ve bazı milli tavırlarından pek çok şeyler feda ettiklerini gördüm. Mesela, size muhakkak sizin lisanınızda hitap etmeye çalışılır ve kendi aralarında selam ve tokalaşma hallerini hemen terk ederler.
Eskiden Türklerin yabancılar arasına girer girmez, böyle ani degişişlerini, tavırdan tavırda, kıyafetten kıyafete girişlerini onlarda milli karakterin zaafına atfederdim; şimdi, gittikçe anlıyorum ki, bu ruhun Bir nevi hayasından, yaradılışın Bir nevi gururundan ve terbiyenin bir nevi incelediğinden meydana geliyor. Türk kaba ve tuhaf görünmekten, karşısındakini incitmekten korkuyor ve ancak bunun için tavrıdan tavıra, kıyafetten kıyafete geliyor.
Türk dostlarım bana geldikçe kendini mümkün oldukça küçültüyorum, huşua varan bir tevazu içinde ancak konuşabiliyorum; sesim boğazımda kayboluyor, gözlerim kayıyor, hareketlerime şaşırıyorum: konuşmalarımız daima şu korkunç harbin cehennemine düşüveriyor. dün onlardan birine sordum;
- Harp esnasında ne yaptınız? neredeydiniz?
- buradaydım dedi. solgun benizli bir gençti, Gözde de bir acayip sıyma içinde parlıyordu. düşününüz ki bütün arkadaşlarım ve kardeşlerimden ikisi cephelerde dövüşürken, Ben burada kalmanın yolunu buldum; tembel tembel oturdum, hayal ettim, düşündüm ve okudum ve… çok okudum. sizin şairleriniz en devamlı kıraatlerimdi. "Shakespeare'le" "Milton" üzerinde iki sene durdum. son senelerde birçok zaman Byron'u okudum; Ne muhteşem, ne azametli, ne büyük adam… güneşte kızmış Mermere benzeyen bir kalbi var. Vakıa, Oscar Wılde'yi çok sevdim, zavallı ıstırabın ve gamın manasını o kadar çok anladı. Fakat artık Eskisi Wılde'yi hiç sevmiyorum, ne de Byron'u -zaten nasıl sevilir?- ne de ama şairinizi, ne Jahmes'inizi, ne beşeriyetin malı dediğimiz Shakespeare'inizi… bütün yabancı edebiyattan aldığım heyecanları, meğer ne sahte heyecanlarmış. Şimdi, tenha bir tarlada bir Türk köylüsünün çağırdığı şarkı bana kafi geliyor. Ne sizin dilinizden ne de komşunuz Fransızların dilinden artık hiçbir şey anlamıyorum.
Burada Hanımlar vasıtası ile kitaplarını okuyabildiğim Pierre Loti isminde bir Fransız şairi, Türk kadınlarından bahsederken, "Çehresiz ruhlar!" diyor, Ben Türkler için ruhsuz çehreler, ruhsuz kalıplar diyeceğim.