Salinger o kadar başarılı şekilde bir aile yaratmış ki; ben Glass ailesinin yaşadığına, bir yerlerde var olduğuna inandım kitabın ilk cümlesinden itibaren. Karakterlerini o kadar iyi tanıyor ki, sayfalar değil, tek bir cümle yetebiliyor bizim de onları anlamamıza/tanımamıza. Mesela "Bessie'ye karşı daha sevecen ol, Zooey, elinden geldiğince. Yani, annemiz olduğu için değil de, yorgun olduğu için." diyor ve biz Bessie'nin yorgunluğunu, acısını anlayıveriyoruz. Bu şöyle bir his; biriyle tanıştığında o kişinin bütün bir hayatını, ailesini, ailesinin yaşadıklarını, o kişinin yaşadıklarını bir anda ya da kısa bir sürede öğrenemeyiz de o yaşananların gölgesini, bıraktıklarını görürüz biraz biraz. Ağırlıklı olarak Zooey ve Franny'i okuduğumuz bu kitapta da ailenin diğer fertlerini aynen bu şekilde görüyoruz ama bir yandan da yazarın tüm hikâyeye hâkim olduğunu hissediyoruz. Bu yüzden yukarıda dediğim gibi; bir karakteri anlatırken uzun uzun cümlelere ihtiyaç duymuyor, tek cümlede söylüyor, bazen söylemiyor ama hissettiriyor ama biz o şeylerin olduğunu, yaşandığını biliyoruz. Her zaman karakterleri hikâyenin kendisinden daha fazla önemserim, Franny ve Zooey benim "karakter sevdama" fazlasıyla hitap ediyor. İkinci Dünya Savaşı'nı, ailenin yaşadığı kayıpları, son derece zeki olan aile fertlerinin onlara yetersiz gelen eğitim sistemi içindeki tutunamayışları, inanç ya da inançsızlık buhranları... Hepsini çok iyi işlediğini düşünüyorum Salinger'ın. Çok sevdim. Dokuz Öykü'yü geçen sene okumuştum bağlantılı olduklarını bilmeden, oradaki öykülere tekrar döneceğim.