Stefan Zweig, 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Avrupa’ da iyi bir eğitim gördü. 1. Dünya Savaşı sırasında İsviçre’de ikamet etti. Savaş sonrasında ilk evliliğini Frederike von Winternit’ le yaptı. 1934’de Nazi baskısı nedeniyle ülkesini terk etti. 1939’ da ikinci evliliğini Lotte Altman’la yaptı. Sonra New York’a, ardından da Brezilya’ya gitti ve buraya yerleşti. 1942’ de intihar etti. Çeşitli sebepler söylense de bu intiharın asıl sebebi hiç bilinmedi. Stefan Zweig, öykü ve romanlarının yanında, yazdığı yaşam öyküleriyle de hala yaşayan bir yazardır. Yaşamından geriye onlarca eser bırakmıştır. ''Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Bir Çöküşün Öyküsü, Satranç, Amok Koşucusu, Olağanüstü Bir Gece, Yakıcı Sır ve Mecburiyet '' en ünlü eserleri arasında yer alır.
Stefan Zweig bu eserine Firari adını koyacakken son anda vazgeçip Mecburiyet koymuş. Birinci Cihan harbi sırasında Vatan aşkıyla diğer aşk arasında kalmış kendini sorgulayan üzerinde kendi isteği dışında oluşan bir yük ve bunu sorgulayarak bize anlatması. Yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi bir iç hesaplaşma ile karşı karşıyayız. Akıcı hafif tadımlık bir kitap.
Keyifli okumalar diler, böyle güzel bir mecrayı bizlere sunduğu için 1K ekibine teşekkür ederim.
YouTube kitap kanalımda Mecburiyet kitabının da içinde bulunduğu kitaplık turu videomu izleyebilirsiniz: https://youtu.be/a3ctaLux8B4
Mecburiyet : Zorunluluk, yükümlülük anlamlarına gelen bir kelime. Peki bu kelime bizi neden bu kadar etkisi altına almak zorunda? Bir şeylere gerçekten de mecbur muyuz? Kitabın kapağındaki adamın o kaçınılmaz görevini yapması gerçekten de onun için kaçınılmaz bir yükümlülük mü?
Kabul edelim veya etmeyelim, hayatlarımızın şu anki işleyişine karar veren bazı kurumlar, adamlar, eserler ve yasalar var. Evraksız adım bile atamadığımız şu dünyada hayatımıza karar veren çeşitli daktilolar, bilgisayarlar ve kanunlar sayesinde yaşayabiliyoruz. Çünkü bizi buna mecbur hale getirdiler. İşin ironik yönü ise, bu sistemi oluşturanın da sistemi isteyenin de yine ta kendimiz olması... Sistemin işlemesi için paralarımızı döken biziz, vergilerimizi hiç şikayet etmeden veren biziz, vatani görevlerimiz uğruna ezilen, hayatları biten, ardında onlarca insan bırakanlar tam olarak da biziz işte. Bunun için de o hayatlarımız için karar veren daktilolarda kafamıza kafamıza vurulmasını çok iyi hak ediyoruz!
Neden savaşmayı bu kadar çekici buluyoruz? Etrafımızda, önümüzde, arkamızda, sağımızda ve solumuzda -yani kısacası her tarafımızda- sayısızca nimet ve sonsuzca güzellik, mutluluk, üzülmeye mecbur olmadığımız şu her şey var iken neden kan dökmeyi ve savaşmayı, para ve rütbe uğruna birbirimizi kırmayı yeğliyoruz? Milletlerin yıllardır cevap aradığı sevginin ve manevi dünyanın gücünün savaş ve diğer her türlü iğrenç şeye karşı savaşında sorduğu sorularda insanların bu güzelliklere karşı gerçekten de fazlasıyla kör olması yatıyor olabilir mi? İnsan yalnız yüreğiyle gerçekten görebiliyorsa neden gözlerimizi zevklendirmek uğruna savaş ve bunun türevleri olan şiddet unsurlarını arzuluyoruz biz insanoğlu?
Kocaman bir arenaya dönmüş şu evrende dünyamızla neden bu arenanın içerisinde çeşitli "dış mihraklar ve üst akıllar" tarafından bir top gibi oynanıyor? Hadi tamam, sevgiye, mutluluğa, çocukların oynayışına karşı yüzümüzü çeviriyoruz ama bu dünyadaki kötülüğün esas sahiplerinin halimize güldüğünü görecek kadar da kör müyüz be?
Yoksa bizim yerimize karar veren insanların kahkahalarını duymakta zorlanıyor muyuz bu arenada hayat mücadelemizi vermek uğruna kovalayanların sonucunda gözeneklerimizi ve hayat gayelerimizi tıkayan terler yüzünden?
Neden kurşunlar ve sevgi arasında kararsız kalmış ve bunun sonucunda ikiye ayrılmak zorunda kalmış hayatlar yaşıyoruz ki? Buna mecbur değiliz. Mesela Stefan Zweig Mecburiyet kitabını yazmış, onu okusanıza. Bakalım kurşunlar mı kazanıyor, yoksa sevgi mi!
"İnsan bir halka ait olabilir, ama halk çıldırmışsa onunla birlikte çıldırması gerekmiyor. "
Mutlaka okunulması gereken bir kitap, bitirir bititirmez başa dönüp tekrar okumak istedim. Çok sevdiğim yazarlardan biridir Stefan Zweig Kitaplarını büyük bir zevkle okuyup bitiyorum.
Kitap hakkında yorum yapacak olursam; Ferdinand' ın mecburen yapmak zorunda olduğu vatan görevi ve kendi tercihleri arasında kalan çaresizliği anlatıyor. Mecburiyet duygusunun Ferdinand üzerindeki pisikolajik baskı, adamın acı içerisinde çırpınışları, Ve karısının çaresizliği... Şiddetle tavsiye ediyorum. Sevgi ve saygıyla...
Ya aslında kendime bir sınırlama getirmiştim okuduğum her kitaba inceleme yazmayacaktım. Ama ne yapayım kitap o kadar sürükleyici o kadar etkileyiciydiki dayanamadım :). Şimdi kitap hakkında incelemem: 50 sayfalık, okur kitabı bırakmak istediği an yakasına yapışarak o kitap bu gün bitecek lan diyen bir kitap, 1. Dünya savaşı sırasında savaşa çağrılan kendi içinde katılması yönünde emir komutası olan ama bi o kadar da sevdiği karısının bu olaya karşı çıkması üzerine çıkmaza giren bir adamı ele almaktadır. Fazla da detaya girmedim alıp okuyun lütfen 50 sayfa 4-5 ₺ lik cipsi parasına alabileceğiniz bir hayat hikayesi. İyi okumalar
Bir kupa kahve bitimine kadar okunacak bir kitaptan herkese selam.
Mecburiyet, Stefan Zweig'in satranç kitabında da olduğu gibi kendi hayatını ele alıp o yıllar da yaşadığı şeylerin psikolojisini ve düşüncelerini yansıttığı bir eser.
* Satranç kitabını okuyunca aradaki bağlantıyı çok rahat kurabilirsiniz. Dr. B'nin satrancı öğrenme süreci ile Stefan'ın yaşadıkları neredeyse aynı diyebilirim. (Fazla spoiler vermiş olmamak için bir önceki inceleme de bilerek belirtmedim nasıl öğrendiğini. Daha detaylı bilgi için Satranç?b=hakkinda :)
Mecburiyet ise savaş sırasında evli bir çiftin kaçışını anlatıldığı "özgürlük mü yoksa sorumluluk mu" sorularına cevap arıyor. Vatana karşı duyduğu sevgi ile karısına olan sevgisi arasında seçim yapmak zorunda olan Ferdinand'ın psikolojisini, iç dünyasını ve karar verme aşamasında yaşadıklarını anlatıyor.
Diğer kitapların da olduğu gibi gayet basit ve akıcı bir dil ile yazılmış olan Mecburiyet'i okurken zaman zamanda empati kurarken bulacaksınız kendinizi. Ferdinand neye karar verecek. Savaşa katılmayıp karısının yanında mı kalacak yoksa cepheye mi koşacaktır?
Dışardayken kendini kaçak gibi hisseden birinin vatan ve eşi arasında sıkışıp kalması, güvende olup hayatına devam edebilmek için her şeyi arkada bırakıp giden insanların yaşamlarının da anlattığı bu eseri ilgiyle okuyacağınızı da belirterek incelemeyi sonlandırıyorum. ^_^
Stefan Zweig ' dan okuduğum en iyi novellalardan biriydi. Kısacık evet ama çok etkileyici bir kurguydu.
Ferdinand' a gelen bir mecburiyet mektubu ile başlıyor öykü. Bu mektup mecburi bir görev çağrısı. Peki Ferdinand kendini, eşini, hayatını hiçe sayıp göreve gidecek mi?
Gelen mektup ile beraber yaşanan ikilem, gitme kalma eylemi üzerindeki sıkışmışlık duygusu ve iç hesaplaşmaların bolca bulunduğu bir öyküydü mecburiyet. Süreç ile beraber gelen farkındalıklar, iktidarın baskıcı tutumu Ferdinand'ın eşi Paula tarafından sertçe eleştiriliyor.Paula Ferninad'a da bir yandan acımasızca bir yandan da şefkatle yaklaşıp yolundan çevirmeye çalışıyor. Okudukça o derin aşka da tanıklık edeceksiniz.
Öyle ki; " Sen onlar için bir rakamdam, bir sayıdan ibaretsin, bir alet, anlamsızca ve vicdansızca ölüme gönderilen bir askersin yalnızca, oysa benim için kanlı canlı bir insansın, bu nedenle onlara katılmana izin vermeyeceğim. " Kitapta en beğendiğim bölüm oldu.
İnsana kendini sorgulatan, sonunu merakla bekleyip bir çırpıda okuyacağınız harika bir öykü. Kesinlikle okuyunuz
Merhabalar Mecburiyet kitabında kahramanlardan Ferdinand ve Paula, ülkelerinde başlayan ve kendilerinin inanmadıkları savaştan kaçarak İsviçre’ye yerleşerek burada özgürce yaşamayı ve söz konusu ne olursa olsun bir insanın canına kast etmemeyi seçen bir çift. Fakat bir gün Ferdinand’ın askere gelmek mecburiyetinde olduğunu yazan bir kâğıdın gelmesiyle gerçekleşen olaylar anlatılıyor Savaş psikolojisini anlamak için okunması gereken eserlerden keyifli okumalar dilerim
Stefan Zweig’ın bir insanın içindeki duyguları bu denli müthiş yansıtan kitabı, özgürlük mü sorumluluk mu sorusunun cevabı niteliğinde. Ana kahramanımızın, içindeki bu iki duygu ile baş etmeye çalışırken yaşadıklarını daha düzgün bir tabir ile hissettiklerini okuyoruz. Her kitabı gibi bu kitapta da dilini bütün ahengiyle kullanan Stefan Zweig, okuru büyük bir ikilemde bırakmayı başarıyor...
Stefan Zweig'ın hikâyelerini tek tek kitap olarak basıyorlar. Kapakları böyle güzel olacaksa birşey diyemem, ben işbankası yayınlarından olan baskısını okumadım, okuduğum kitabın kapağında bir asker bir yatakta uzanmış duvara bakıyor. O kapak da bu kapak da güzel.
"Mecburiyet", bana "Olağanüstü Bir Gece"yi anımsattı. İki eserde de bir hakikatin farkına varan karakterler var; her iki eserde de bir suçla kendine gelen, kendini öğrenen, korkularıyla veya kendi gerçekleriyle yüzleşen insanlar var; her iki eserde de yaşamayı, hayatın kendisini seven ve bu sevgiyle aydınlanan insanlar var.
Zweig'ın okuduğum eserlerinde ve en çok da Amok Koşucusu adlı hikâye kitabında (bir çok hikâyeden oluşan gerçek kitapta) gördüğüm şey; yazarın insanın zaafları, zayıflıkları, güçsüzlüklerinin onu yıpratması ve acı çektirmesi kadar içten içe ve alttan alta kendini dayatan bir yaşam sevgisiyle dolu karakterler anlatıyor olduğu. Zweig'ın karakterleri debelendikleri, kendilerine sıkıntı ve hatta acı veren şeyler ne olursa olsun dayanmanın ve varlıklarını sürdürmenin bir yolunu buluyorlar; çektikleri acı bir şekilde kendilerini tanımanın, kendilerini keşfetmenin bir yolu oluyor onlar için, böylece acı boşa gitmemiş oluyor. Tabii bu söylediğim şey, Amok Koşucusu adlı kitabına kadar geçerli. Amok Koşucusu'nda iyimser, hayat sevgisi dolu insanlar varsa bile onlar küçücükler ve bu dünyaya dayanabilecek kadar güçlü değiller. Yazarın gerçek başyapıtı da Amok Koşucusu elbette. Orada artık dünyayı sevgiyle, barış hissiyle kucaklayan insanlar değil, artık dayanamayan ve geriye tek seçenekleri kalmış insanlar anlatılıyor...
Ancak Mecburiyet'te yazar başka bir ruh hâli içerisinde. Olağanüstü Bir Gece'de bize kendini gösteren o güçlü, o hayata sımsıkı tutunan ve yenilmeyi kabul etmeyen insanın bir benzerini burada bir kez daha anlatıyor Zweig, belki de kendinden söz ediyor .Zweig bu hikâyede bize duru, net karakterler sunarak onları anlamamızı sağlıyor; davranışlarının nedenleri üzerine düşündürüp ruh hallerine yakınlık duymamızı istiyor; yazar bizi anlatım gücünün yeterliliğine ve üslûbunun güzelliğine bir kez daha ikna ediyor, bizi bir kez daha kaleminin tadını almaya davet ediyor. Bize de bu güzel davete icabet etmek kalıyor. Herkese öneririm.
Ve yine Stefan Zweig klasigi.Savaş, vatan, özgürlük, insanlık, aşk çıkmazında kalmış bir adamın hikayesi.
Mecburen yapmak zorunda oldugu vatan görevi ve kendi tercihleri arasinda kalmışlığın çaresizliğini anlatıyor. Savaş nedir, insanlar neden savaşmalıdır, iktidarların hatalarının bedeli neden vatandaşlara kalır, bir ülke savaşla kırılırken bir yanındaki nasıl güllük gülistanlık olur gibi sorulara da cevap aramaktadır.
~ "Hak! hukuk! bugün dünyanın neresinde hak kaldı. İnsanlar onu katletti. Herkesin hakları var, fakat onların, onların gücü var ve bugün güç demek her şey demek"
Stefan Zweig, 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Avrupa’ da iyi bir eğitim gördü. 1. Dünya Savaşı sırasında İsviçre’de ikamet etti. Savaş sonrasında ilk evliliğini Frederike von Winternit’ le yaptı. 1934’de Nazi baskısı nedeniyle ülkesini terk etti. 1939’ da ikinci evliliğini Lotte Altman’la yaptı. Sonra New York’a, ardından da Brezilya’ya gitti ve buraya yerleşti. 1942’ de intihar etti. Çeşitli sebepler söylense de bu intiharın asıl sebebi hiç bilinmedi. Stefan Zweig, öykü ve romanlarının yanında, yazdığı yaşam öyküleriyle de hala yaşayan bir yazardır. Yaşamından geriye onlarca eser bırakmıştır. ''Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Bir Çöküşün Öyküsü, Satranç, Amok Koşucusu, Olağanüstü Bir Gece, Yakıcı Sır ve Mecburiyet '' en ünlü eserleri arasında yer alır.