Emile Zola (1840-1902) – Meyhane
Meyhane, (Fransızcası: L’Assommoir) Émile Zola’nın romanı, yirmi bir romanlık Rougon-Macquart dizisinin yedinci cildidir. 1871-76 arasında bu seriden yayınladığı ilk altı kitap, satışları iyi olmakla birlikte fazla yankı uyandırmadı. 1877’de yayımlanan, alkolizmle ilgili L’Assommoir ise; Zola’yı kitapları en çok satan yazarlar arasına soktu ve Fransa’nın en ünlü yazarlarından biri yaptı (Wikipedia.org’dan alıntı).
Émile Zola’nın 1 Ocak 1877’de Paris’te yazdığı kendi önsözüyle başlayan “Meyhane” isimli bu depresif roman, sizi tam altı yüz kırk sekiz sayfa boyunca yerden yere vuruyor. Emile Zola, önsözünde de serzenişte bulunduğu üzere, bu romanı yüzünden, o dönem Paris’te yaşayan ve hemen tüm gelir ve mevki düzeyindeki memur-işçi-erkek-kadın-çocuk, özetle hemen herkesten büyük tepkiler alır. Hatta romanı mahkemelere taşınır. Kitabın yayınlanması yasaklanır ve toplatılır. Büyük siyasi mahkemesi ise; 1897’deki “İtham Ediyorum” başlıklı doğrudan –bir gazetede- o günün İmparatoruna yazdığı tam sayfa makale yüzünden (Dreyfus Savunması Davası) mahkemede suçlu bulunur. Zola, sağlığından ve bir yazarı zar zor geçindiren gelirlerinden olur. Bu yüzden soluğu Londra’da alır. Dava 1900’de tekrar görülür ve üzerindeki suçlamalar düşer. Ama ömrü vefa etmez. Paris’e dönmesinden çok kısa bir süre sonra, gazetelerin, bir otel odasında sobaya bağlı gaz zehirlemesinden dolayı, bir gece uykusunda öldüğünü belirttikleri Zola, aslında, oldukça muammalı bir şekilde, komplo teorisyenlerinin (ki aynı kanıdayım ben de) Fransız ajanlarınca yapıldığını düşündüğü bir oldu bittiyle, daha doğrusu komüniizm düşmanlarınca öldürülür. O, bir komünist, bir sosyalist, bir natüralist, bir ahlakçı, bir anarşist, bir proleter, hür bir insan, değerli bir yazar, insan gibi insandır…
Romanın konusuna gelince: 1800’lerin ortalarında Fransa’sının başkenti Paris’te geçiyor. Fakirliğin, yokluğun, yoksunluğun, açlığın, hemen her türlü ahlaksızlığın, fuhşun, içkinin hemen her türünün (şarap, rakı, krik, absent, vitriyol, ispirto ve dahası); Paris caddelerinin orta yerinden bir nehir gibi gürül gürül aktığı kirli ve karamsar bir başkentte geçiyor hikâyemiz. 1789 ihtilalinin sonrası; 1791 birinci cumhuriyetinden sadece 50-80 sene sonrası ve yürürlükte yine bir ikinci imparatorluk; yolsuzluk, fukaralık, basiretsizlik, rüşvet gırla gitmektedir. Bu bir içkiyle çöküş dramıdır aslında. Yazarı tarafından, toplumsal halkçılıkla, toplumun kaymak tabakasının yerin altına süpürdüğü işçi toplumuna adanmıştır bu roman. İşçi, kesinlikle suçun yüklendiği değil; aksine sistemin altında ezilen, kaderinden kurtulamayan olarak betimlenmiştir romanda. İşçi, bir kader mahkumudur Zola için.
Romanımızın başkahramanı Plassans’tan Paris’e göçle gelmiş, Gervaise isminde, çamaşırcı genç bir kadındır. Romanın açılışıyla beraber, iki çocuğunun babası olan ama gayri meşru ilişki yaşadığı; bar solcusu (kanımca yazarın kendisidir bir bakıma), kibar feyzo, koketlerin sevgilisi, sebat problemi olan, aylak, içkici (ama tadında içen, pis bir sarhoş değil), bir baltaya sap olamamış, kaldırım mühendisi genç bir adamla tanışıyoruz. Gervaise’in bekâretini daha O 14 yaşındayken alan; bu genç kadını çamura, bataklığa, felakete götürecek esas oğlan, ya da başka bir deyişle romanımızdaki en büyük parazit: Mösyö Lantier.
..İnsan bir kere ölmeyegörsün, ondan sonra uzar gider ölüm.
Gervaise, küçüklüğünden beridir çamaşırcıdır. Güzel, yuvarlak hatlı, bir bacağı hafif topal, bukleli ve sarı saçlı, beyaz tenli akça-pakça; fukara mı fukara, ama hırslı genç bir Fransız kadınının hikâyesine girizgâh yapıyoruz. Hayat onu, önünde tozu toprağı sürükleyen kuvvetli rüzgârlar gibi oradan oraya hallaç pamuğu gibi atıyor. Hikâye, Lantier’in Gervaise’i, Boncoeur (iyi kalpli ya da eli açık anlamında) otelinde, genç kadını henüz 20’li yaşlarının başındayken, terk etmesiyle başlar. Şimdi de, genç kadın terkedildikten sonra -cesareti büsbütün artan- Gervaise’e tutkun olan ve aynı otelde kalan Mösyö Coupeau (Fransızca “coup” bir defada içilen içki ya da bir kadeh içki demektir; “eau” ise; su anlamındadır; kanımca “bir kadeh su” demek istemiş yazarımız; ileride bir ayyaşa dönüşecek ve elinden içki kadehi eksik olmayacak Coupeau ile alay edercesine…) giriş yapıyor romana. Bu genç kadını büyük uğraşlar, yalvarışlar sonucu evliliğe ikna ediyor. Anasız-babasız-kardeşsiz, iki çocuklu ve hiç evlenmemiş topal genç çamaşırcı kadın Gervaise; kendisiyle hemen aynı yaşlarda, iri yarı, boyu boyuna, huyu huyuna uygun, biri evli (kuyum ocağı olan Madam Lorilleux) ve diğeri dul (çiçekçi Madam Lerat) iki ablası ile ihtiyar Copeau Ana’sından başka kimsesi olmayan çinko işçisi bu genç adamla, Mösyö Coupeau ile evlenir. Hani tabir yerindeyse: “Donları yok giymeye, tahtırevanla giderler ayakyoluna” hesabı, borç-harç ile belediye ve kilise nikâhı yaparlar. Bu fukara yeni evli çiftimiz, aynı akşam, aile bireylerine ve yakın dostlarına, Moulin-d’Argent (para değirmeni anlamında) isimli bir şarap evinde düğün yemeği verirler. Romanın birçok noktasında, yemek isimleri, yemek tarifleri, yemek şölenleri vardır. Yazarımız Zola, bu konuda adeta saplantı içerisinde Fransız halkının yemek alışkanlıklarından bahsetmiştir. Çünkü açlık ile yemek şölenleri taban tabana zıttır ve bu da roman için çok yerinde bir ironi olmaktadır.
..Halk, burjuvalar adına elini ateşe sokmaktan usanmıştı artık.
Otel odasında karı-koca ve iki küçük çocuk sığışamazlar. Bir oda ve mutfaktan ibaret ufacık bir ev tutarlar bütçelerine uygun. Gervaise, Madam Fauconnie’nin çamaşırhanesinde, günlük kırk metelik yevmiye karşılığı çamaşır yıkayıp ütü yapmaktadır. Çinko işçisi de yine yevmiye karşılığı patronu için çinkodan çatılar kurmaktadır, burjuva müşterilerine.
..Hani Türklerin padişahı bizzat çıkıp gelse de kolalanmak için bir gömlek getirse ve çamaşırcı kadın yüz bin frank kazanacağını bilse, yine de elini ütüye sürmezdi bu pazartesi. Biraz da o dinlenmeyecek miydi canım?
Ve Goutte d’Or (altın damlası ya da altından içki kadehi anlamında) sokağı. Kuyum imalatçısı olan görümce ve enişte Lorilleux çifti gibi bir sürü fukaranın yaşadığı ve tamamı Mösyö Marescot’a ait olan bina bu sokaktadır. Gervaise, altı katlı, yüzlerce odanın, atölyenin, fukaranın, açın, kadersizin, orta gelirlinin yaşadığı bu kasvetli ama bir o kadar da ticari başarılara gebe olan binanın zemin katındaki kiralıkta, kendi çamaşırcısını açma hayâli kurmaktadır. Gervaise ve kocası Mösyö Coupeau, kapı komşuları Goujet ailesiyle; nam-ı diğer dantelacı Goujet Ana ile oğlu, altın renginde sakalından ötürü ona Goujet d’Or denen genç, çocuk yürekli ve iri kıyım demirci ile çok yakın ve dürüst bir komşuluk hatta arkadaşlık ilişkisi kurmuşlardı. Gervaise’e platonik bir aşkla tutkun olan Goujet d’Or, dantelacı anacığı pek yanaşmasa da Coupeau’lara –geri ödenmeyeceğini bile bile- 500 frank borç vererek, altı katlı binanın kapıcıları olan Boche ailesinin de referans vermesiyle bu dükkânı tutmalarını sağlar. Gervaise, artık küçük bir patroniçe olmuştur. İşlerini yavaş yavaş büyütür ve yanına üç işçi alır. İşleri büyütür de büyütür. Ama ayyaşlığa ve tembelliğe meyilli olan kocasının sonun başlangıcına doğru kaykılmasının ayırdına varamaz. Varsa da sesini çıkaramaz.
..Askerliğin ortadan kaldırılmasını, halkların kardeşliğini istiyorum… Ayrıcalıkların , unvanların, tekellerin kaldırılmasını istiyorum… Ücretlerin eşit olmasını, kârların bölüşülmesini, proletaryanın onurlandırılmasını istiyorum. Bütün özgürlükleri istiyorum anlıyor musunuz? Bütün özgürlükleri. Ayrıca boşanma hakkını!
Paris’in göklere yükselen lüksünün altından, kenar mahallelerin sefaletleri fışkırmaktadır adeta. Goutte d’Or sokağında, Paris’in en süfli solcusu Lantier ile Gervaise’in kaderleri, hayat yolunda tekrardan kesişir. Solcu kibar feyzo Mösyö Lantier, çinko işçisi Mösyö Coupeau, çamaşırcı küçük patroniçe Gervaise ve bu ikisinin –ileride başlarına yığınla çorap örecek olan potansiyel koket- kızları Nana, tuhaf dörtlü bir ilişki yaşamaya başlarlar.
..Üretici köle değildir; ama üretici olmayan herkes hırsızdır.
Bar aydını, kıçı kırık solcu Lantier, çinko işçisi Coupeau ile karısı Gervaise’i, aynı evi paylaşmaya ikna ederek Coupeau ailesinin tüm kaynaklarını kurutmaya, ekmek elden su gölden bu ticarethaneyi uçuruma sürüklemeye başlar, sinsice. Yakında bu iki adam, Gervaise’i de ortak kullanmaya başlayacaktır, pis nefislerini köreltmek için…
..Sokakları rakı şarap tüten Paris’in havasından uzaklaşmak sarhoşlara bir iyi gelir ki, demeyin gitsin.
Birçok badireden sonra sıra Poisson ailesine, Madam Virgine ve zabıta olan siyaseten İmparatorluk yanlısı kocasına gelir. Dükkânın bu yeni sahipleriyle de bir “Trois-menage” (günahkâr üçlü) ilişkisine yelken açar parazit Lantier. İliklerine kadar emilecek yeni bir aile bulmuştur, yine!
..En kötüsü, dostluk kafesinin kapısını açmışlar, sevgileri kuş gibi uçup gitmişti.
Altı katlı binada yaşayan bir başka deli de Bazouge babadır, nam-ı diğer “Mortocu”. Bu adamın işi ölü gömmektir. Evinde hazırladığı tabutlar ve çivilerle -bazen eve iş götürdüğü söylense de ispatlanamamıştır- sırası geleni toprağın iki metre altına kendi elleriyle göndermektedir. Önce Coupeau Anayı gömer. Daha sonra hemen herkesi, sırası geleni hiç telaş etmeden mezara O koyacaktır.
..Aileler açlıklarını unutmak için birbirlerini yiyorlardı.
Binanın bir diğer süfli kiracısı da, ayyaş çilingir Bijard Babaydı! Karnına attığı tek tekmeyle üç sabinin analarını-kendi karısını öldürüp zırnık ceza almamıştı, İmparatorluk Fransa’sı zabıtalarından! Sekiz yaşında olan büyük kızı Lalie, kendisinden yaşça küçük Jules ve Henriette’e hem analık hem de babalık yapıyordu, doğdukları günden beridir. Ama pireli bir itten daha değersiz babasından acımasızca yediği sopalar, uğradığı işkenceler, içine açılan derin yaralar, onun dokuz yaşını görmesine müsaade etmez görünüyordu. Yatağında çıplak, yapayalnız, iki çocuğunun-kardeşlerinin gözleri önünde bitap şekilde ölümle yüzleşiyordu.
..Suda balık gibiydi ahlaksızlığın içinde.
Dükkânını kaybeden Gervaise bir yanda; bir alkoliğe dönüşüp hastane ve Colombe babanın, bir imbiğin üzerine kurulu, pislik içindeki meyhanesi -nam-ı diğer cehenneminin- arasında mekik dokuyan kocası olacak ayyaş Coupeau; artık açlıktan ve yediği sopalardan bunalarak evi terk edip dans evleri ve müzikhollerde dans eden kızı Nana; artık şişmanlayıp bir file döndüğünden dolayı eli kendi eline bile değmeyen aşığı Lantier; cimri ve haset görümcesi Madam Lorilleux; artık yüzüne bile bakmak istemeyen demirci platonik aşığı Goujet d’Or ve tüm mahalle diğer yandaydılar.
..Fransa’yı geneleve çeviren İmparatorluktan hıncını çıkarmış oluyordu..
Gervaise o derece düşkündü ki artık, açlıktan fahişeliği bile düşünmeye başlamıştı. Ağzından günlerce tek lokma bile geçmiyordu bu ayyaş kadının. Paris’in lüks ama sefalet kokan sokaklarında, bir o yana bir bu yana savrulup duruyordu, bir tüyün esen rüzgârda istemsizce havada salınması gibi…
……
Başta da söylediğimiz gibi çok ama çok depresif bir romandır “Meyhane”. Ama sefaleti, sosyalizmi, ilk işçi uyanışlarını (mesela “Germinal”, “Dreyfus Savunması” kitaplarına atıflar vb.) anlatan, sistemi eleştiren, bilinçaltı göndermelerin gözle görünür olduğu satır araları; İncil’deki yedi büyük günahın işlendiği anlatımlar; bununla beraber kurtuluşun sadece insanın kendi ellerinde olduğunu, ama bazen buna şansın da yardım etmesi gerektiğini; Tanrının aslında bu dünyayı hatta bu evreni çok ama çok önceleri terk edip bilinmez diyarlara gittiğini, insanın yüzüne bir tokat ya da şamar gibi değil de bir yumruk ya da bir tekme gibi vurduğu bir romandır “Meyhane”. Okunası bir romandır. “Meyhane” sizi içtiğiniz içkiden vazgeçirmez ya da daha çok içmenizi sağlamaz. Ama kaybettiğiniz ya da bir yerlerde unuttuğunuz insanlığınızı size hatırlatır belki. Yüreğinizin ortasına tadı acı bir demir gülle ateşler ve kayıplara karışır. Bu yükü taşıyıp taşıyamamak size kalır. Aldırış ta etmeyebilirsiniz. Romanı okuyup bitirir bir kenara atarsınız belki. Ama roman ve anlatılanlar, bilinçaltınızda sizi kaşır hafif hafif. Socrates’in Protarkhos ile “Philebos” atışmasında Platon’un kendi kalemiyle yazdığı gibi:
“Tüm canlılar için iyi nedir? Haz duygusu, eğlenerek, tıka basa yiyerek, özgürce sevişerek, içki içerek, haz diyarlarında koşup yaşayarak mı iyi bir insan olunur? Yoksa erdem peşinde, bilgelikle, düzgün düşünce ve muhakemeyle, ölçülü, seviyeli, dengeli, dürüst, bilgi peşinde, paylaşarak ve sorgulayıp yaşayarak mı iyiye ulaşır insan?”
Atalarımızın da dediği gibi: “Ne okuyorsan osundur!”
Sizlerin de hep yararlı ve güzel bolca kitap okumanız dileğiyle…
Süha Demirel; İstanbul, 11 Ağustos 2013
***
Kitabın Künyesi:
Emile Zola – Meyhane
Çeviren Cemal Süreya
SOSYAL YAYINLARI – DÜNYA KLASİKLERİ
Kitabın Özgün Adı: L’Assommoir, 1877
ISBN: 975-7384-52-6
SOSYAL YAYINLARDA BİRİNCİ BASKI: Şubat, 2003