Hüsrev Bey, son kalan beylerden ikincisi, işletme müdürü olanı, bizi de kardeş bileni, yemekhanede toplantı yaptığı gün anlamıştım ikimizin de öksüz kalacağını. O zamana kadar hiç dikkat etmediğim yemekhane tavanının demir putrellerine, duvarların nemden oluşan desenlerine, arkadaşların ağarmış saçlarına, bıyıklarına, masaların üstünde birbirine kenetledikleri eski ve usta ellerine, sararmış beyaz muşamba örtülerin yer yer delinmişliğine, eprimişliğine bakmaya durup, Hüsrev Bey'in hırçın, biraz da yıkık bir sesle anlattıklarına tam kulak verememiştim ama, anlamıştım, veda vakti gelmişti. Bütün gün yağmur yağmıştı, çatıda şakırdayıp durmuştu. Çıkışta, sonrası sen sağ ben selamet demişti Nurettin Usta açık duran büyük hangar kapısının önünden geçerken. Tamir edilmeyen oluklardan fışkıran yağmur sularından korunmak için açıktan dolaşmıştık. İki forkliftin aylardır kımıldamayan sarı mahzun duruşunu, boş, soru soran ıssız ambarları, kendini bu ıssızlığa baba olarak görevlendirmiş Nurettin Usta, görmezden gelmişti. Iskartaya çıkmış çeşitli makine aksamının yığıldığı duvar dibinden yürüyüp, akasyalı yoldan dış kapıya varmış, içimizden o sözü, sen ölü, ben felaket diye tercüme ederek sarılmıştık, vedalaşmıştık, meşin yeleklerimize bir hüzün bulaşmıştı parmaklıklı fabrika duvarlarından.
Sonra evlerimize gitmek için ayrı yolları tercih etmiştik.