Ben Mecnûn, Efendim Hilleli Mehmet Fuzûlî'nin dizelerinde yaşayan köle... Çilek idim kazanlara attılar, kâğıt diye pazarlarda sattılar. Hücrelerim iki tomarı doldurmuştu, Bağdat çarşısında iki koyuna takas edildim ve kendimi Hilleli lirik şairin kulu bildim. Onun evinde aşkı tanıdım, sonra acıya alıştım, aşk mektebinde yıllar yılı Leyla'yı çalıştım. Yazıldım, kitap oldum; dile geldim, söyledim, hitap oldum.
Ben Kays!.. O muhteşem köle!.. Ve sultanım Leylaaaaaa!..
Yüzbaşı Sançar uçmağa veralı on üç yüzyıldan çok oldu. Onun düştüğü meçhul yerde, ay ışıklı yaz gecelerinde hâlâ ızdıraplı kahkahalar ve şeref ilâhileri işitilir. Bu ilâhiler rüzgârın çıkardığı sestir. Onu herkes işitir. Fakat o ızdıraplı kahkahaları herkes duyamaz. Onun yankılarını uzak, yakın ellerden, ancak içinde Tanrı Dağı'nın odu yanan gönüller sezer. Izdıraplı kahkahalar Yüzbaşı Sançar'ın soyu, onun düştüğü yerde zafer töreni yapıncaya kadar yıllarca, belki yüzyıllarda sürüp gidecek.
"Yirmi birinci yüzyılda biz Türkiyeli Türklerin zaman içinde kültürel ve genetik olarak artık tamamen Doğu-Akdenizli bir karaktere dönüşümüz söylenebilir. Sürekli Batı'ya doğru yaptığımız göçler sonunda Anadolu ve Balkanlar'a yerleştik. Otuz altı farklı kültürle yüzyıllar süren bir kültürel ve genetik karışım sonunda bugün Türkiyeliler denen ve bin yıl önce Orta Asya'dan göç için yollara düşen ilk Türklerle ancak sosyolojik işaretlerde saklanmış benzerlikleri kalmış bir ulusun ortaya çıkması son derece doğal bir sonuçtur. Uluslararası ün yapmış, vaktiyle Picasso, Dali ve Halide Edip'in fotoğraflarını da çekmiş bir fotoğrafçımız bana Türkiye'yi karış karış gezdiğini ama belgelemek üzere tek bir tane gerçek Türk oğlu Türk ya da Türk kızı Türk bulmadığını anlatmıştı. Yok! Artık o kadar karışmışız ki, kafatasçıları ne yaparsa yapsın, o peşine düştükleri 'en hakiki Türk' kalmamış burada. Ama hepimiz Türkiyeliyiz."
Kam'ın bakışları değişmişti. Ateşte izlenen, yanan kürek kemiğine bakıyor, ağır ağır söylüyordu:
-Büyük günler geliyor!.. Dokuz yıla kalmaz; olan olur. Dokuz yıl daha geçer; katı kılıç kullanmak günü gelir... Kıtlık olunca ay parçalanacak!.. Kara Kağan'ı öldürmeyeceksin... Onu tasa öldürecek. Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum... Aralarında sen de varsın... Yağmur yağıyor. Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz. Budun kurtuluyor... Adınız unutulmayacak!.. Bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceksiniz... Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak.
"Kimse sana hiçbir şeyi kulaktan öğretemez. Yaşayarak öğreneceksin. Babamın eyer battaniyesi konusunda bana yaptığı gibi. Babam sürü toplayan devlet görevlisiydi. Ben de ona yardım ediyordum. Bir kezinde eyer battaniyesinde bir kırışık bırakmışım. Atın sırtı cılk yara oldu, eyer yarası. Beni hiç azarlamadı babam. Ama ertesi sabah eyeri benim sırtıma vurup yirmi kilo yük yükledi. Güneşin alnında o eyeri taşıdım; atı da geminden çekerek dağı aşırtmak zorunda kaldım. Neredeyse ölüyordum, ama bir daha da battaniyede buruşuk bırakmadım. O gün bu gündür hayvanın sırtına ne zaman battaniye sersem, o eyeri sırtımda hissederim."
"Çok aradım evladım! Dört kitabın altını üstüne getirdim, Amerika diye bir kahve tesadüf edemedim! Edemeyince, sabun mu gömmüşler, muska mı yapmışlar, bulamadım evladım! Kitaplar almıyor evladım bu senin Amerika'yı!.."