Yapraklarla otlar, gölge ve yaz serinliğini aralarına almış, güneş, yeri neredeyse hiç lekelendirmemişti, sadece ot sapları ve titreşen küçük daireler göze çarpıyordu. Fakat ağaç gövdelerinin arasından bakıldığında, çit çizgisiyle, yaprak örtüsünün en alt dallarının çevrelediği yamaçtaki buğday tarlası, üzerine güneşin düştüğü, yeşillenmiş yatay bir şerit olarak gözler önüne seriliyordu; bazı dalların siluetleri aydınlığa uzanıyordu, aydınlık, gölge mahzenimize, ışığını uzak bir ülkeye düşürürmüşçesine iniyor, parlaklığında yeşilin neredeyse yitip gittiği güneş ışığı, giderek daha çok parlayarak, giderek daha kurşuni bir renk alarak, en sonunda üzerinde dolaştığı ve dinlendiği gökyüzündeki yıldızların mavimsi pırıltısına dönüşerek etrafı aydınlatıyordu. Dolaşan ve duran bu parlaklık, yazın ta kendisiydi. Etrafımızda tavuklar çimenleri gagalıyor, zaman zaman da gıdaklıyorlar, bahçe sınırındaki su birikintisinin oralardan bir böceğin ötüşü duyuluyor, böceğin basit, tiz sesi bir şarkı taşıyor kulaklarımıza. Patilerinin arasında taş olduğu halde Trapp, yanımızda yatıyor. Agathe, tarlanın aydınlığına sırtı dönük oturmuş; gözleri yaptığı işin üzerinde, ileri geri giden çıplak kolunun üzerinde, güneş halkacığı bir uçup bir konuyor.