Ah bir bilsek, ah bir gitsek... Hepimizin içinde memleket hasreti vardır. Memleket dediğimiz şey doğup büyüdüğümüz yer de olabilir, hep gitmek istediğimiz ama bizim bile neresi olduğunu bilmediğimiz hayali yer de.
Karısı tarafından manevi olarak sürekli yıpratılan bir subay, nihilist bir askeri doktor, karısı tarafından sevilmediğini bilen sadık aşık öğretmen, bencil bir kadının kölesi olan akıllı ahmak bir genç...
Dünyanın en zor şeylerinden biri de bulunmak istemediğimiz yerde bulunuyor oluşumuzdur. Hayat bizi yorduğu anlarda şöyle bir soluklanıp "Ah bir gitsem..." diye düşünürüz. Öyle bir yere bazen hiç gidemeyecekmişiz gibi gelir, ama umut etmekten alıkoyamayız kendimizi, sabreder dayanırız. Ne acı.
Bu arada kitabı okurken Natalya karakterine dikkat edin. Evlilikten önce utangaç, evlilikten sonra cadaloz. Evlilik öncesi yeşil kuşağı eltisi tarafından eleştirilmişti, evlilik sonrası da o eleştiriyor. (Sf. 28-113) Yaşlı kadını evden kovmaya varacak kadar egoist. Hayatta tek amacı okumadan evlenmek, altın bilezikler kolyeler takmak, çocuk yapmak ve eğitim vermeden büyütmek, kaynanayla kavga etmek, sağı solu çekiştirmek, internette gösteriş yapmak, affedersiniz ama resmen dişiliğini kullanıp hava atmak olan bu insan müsveddelerini barındırıyoruz ve saf/çıkarcı erkekler de onlara değer veriyor, el üstünde tutuyor. Bu nasıl bir aile! Toplumu böyle ailelerin oluşturmasına neden karşı çıkmıyoruz?