En sonunda, konuğuna dönüp de “Özelleştirilmedik ne kaldı ki, dostum? Şimdi polisler, subaylar bile patronların okullarında yetiştiriliyor. Yargı neden patronlarımızın güçlü ellerine bırakılmasın ki?” dediği zaman, aradan en az on dakika geçmişti; üstelik, verdiği yanıt kendisine yöneltilen sorunun tam karşılığı da değildi. Temel Diker’in tepkisi de açıklıkla ortaya koydu bunu: önce büyük bir coşkuyla “Evet, öyle ya, yargı neden patronlara bırakılmasın ki?” diye onayladı, hemen arkasından da “İyi de bu işin bana ne yararı olacak?” diye sordu. “Bu evi o herifin elinden almamı sağlayacak mı?”
Can Tezcan bu kez hiç duralamadı.
“Bir düşünsene, dostum, şöyle bir düşünsene,” dedi: “yargıyı sen satın almışsın, tepesine de beni oturtmuşsun: karşımızda kim durabilir o zaman?”
Böyle bir olasılığı düşünmek bile Temel Diker’in başını döndürdü.
“Evet, evet, evet,” diye onayladı. “Evet, o zaman… o zaman hiç kimse duramaz karşımızda!” Bedenindeki tüm yağlar kasa dönüşmüşçesine toparlanıp dikleşiverdi koltuğunda, ama, hemen arkasından, kuşku kafasını bir kez daha karıştırdı, “İyi, güzel de buna bizim gücümüz yeter mi?” diye sordu.
Can Tezcan duralamadı bile.
“Neden yetmesin? Yeter de artar bile. Bu arada bizim Varol’u da kurtarırız, tereyağından kıl çeker gibi çekip alırız ellerinden,” dedi. Gözleri boşlukta, öyle dalıp gitti gene. Temel Diker “Varol da kim?” diye sorunca da yüzünü buruşturdu. “Varol da kim mi dedin?” diye mırıldandı, “Varol benim en eski, en yakın iki arkadaşımdan biri, tam on dokuz buçuk aydır içeride, suçunun ne olduğunu bile bilmeden gün sayıyor.”