İnternette bir zamanlar aylara Öztürkçe adlar konulduğunu okumuştu. Ocak, gücük, yelin, açaray, gülay, bozaran.. böyle gidiyordu adlar.
Ama tutmamıştı bu adlar. Kimse temmuza biçim, ağustosa derim, eylüle verim demek istememişti. Ama ekim tutmuştu, ocakla aralık da öyle.
Aylara Öztürkçe adlar aranırken çiftçilerin zamanı düşünülmüş olmalıydı, gelecek hiç gelmeyecekmiş gibi, robotlar çağı hiç yaşanmayacakmış gibi, topraklar ve sular zehirlenmeyecekmiş, zaten gaddar insanoğlu daha da gaddarlaşmayacakmış, dünyayı şehirler-metrolar-gökdelenler sarmayacakmış gibi zamanın toprağa bağlı olduğu, zamanı ancak doğanın belirleyebileceği sanılmış olmalıydı. Ama öyle olmamıştı.
Zamanı doğa değil hızlı koşan hayat belirliyordu.
Hayat bazen zamanı bile geçiyordu, öyle hızlı bir koşmak içindeydi dünya.
Dünyanın böylesine hızlı nereye koştuğunu kimse bilmiyordu..
Maziye bakmadan, onu öğrenip gerekli dersleri çıkarmadan bugün yaşadıklarınızın ne anlama geldiğini, yani hâlinizi değerlendirebilir misiniz? Bu hiçbir açıdan mümkün değildir. Başarı mı istiyorsunuz, o zaman maziyi bilmekle yükümlüsünüz. Çünkü istikbalde nereye gitmeniz gerektiğini size en iyi mazi söyler. Mazi ne diyecek o zaman bize biliyor musunuz? Bütün dünyanın hayranlık duyduğu Süleymaniye'den, Selimiye'den daha üstün eserler ortaya koymanız lazım. Şiirde, sanatta, edebiyatta dünyanın hayranlıkla okuyacağı yeni mazmunlar, benzetmeler, imgeler, teşbihler ortaya koymalı şairlerimiz. Bestekârlarımız öyle besteler yapmalı ki Dede Efendi'yi, Itri'yi geride bırakmalı ve dinleyenin başını döndürmeli. Yönetimi bir sanat olarak ele alıp öyle bir yönetim tarzı ortaya koymalıyız ki dünya hayranlıkla izlemeli bizi. Zulmün olmadığı, zalimin alkış- lanmadığı, mazlumun öncülüğümüzden gurur duyduğu bir dünya hayal ediyorum. Zalimlerin çiçeklerle karşılanmadığı, zalimlerden utanılan bir dünya hayal ediyorum. Zulme bulaşan birinin, "Eyvah, ben ne yaptım!" dediği bir dünya... İşte bunu ancak maziye baktığımızda, atalarımızın kurduğu dünyayı gördüğümüzde hayal edebiliriz. Çünkü onlar böyle bir dünya için savaştılar. Maziye bakmayanın hâlini anlaması mümkün değildir. Halini bilmeyenin de istikbalinden söz edilemez.
Od
"İnsanın omuzundaki en ağır yük cahillikti..."
Bir İskender Pala eseri ile birlikteyim yine. Yazarımız örnek aldığım ve severek takip ettiğim yaşayan bir kütüphane aslında. Çok uzun yıllar tanışmak istesemde bir türlü nasip olmayan ama pes etmeyerek bir sürü girişimlerim sonucu tanışmanın verdiği mutlulukla tekrar
Oysa öğrenmek böyle değil, küçük bir çocuğun süt içmesi gibidir. Süt nereye gitti? Koluna mi gövdesine mi? Hangi sür damlası hangi eti oluşturdu? Bunları bilmek imkânsızdır. Vakıada gözlenen şey çocuğun büyüdü ğüdür. Kitap okumak da yaklaşık bunun gibi bir şeydir.
‘Her zaman böyle olmuştu. Nyx ölümsüz ilgisini her nereye çevirirse sihir ve ışık, güç ve kahkaha, neşe ve sevgi de peşinden gelirdi. Her zaman sevgi.’
''Francesco, dostum'' diye seslendi, ''Bu duruma nasıl düştün? Kim seni bu hale getirdi böyle?''
''Tanrı,'' diye cevap verdi Francesco gülümseyerek.
''İpek giysilerin, başındaki kırmızı tüyün, altın yüzüklerin nereye gittiler?''
''Onları şeytandan ödünç almıştım. Hepsini geri verdim.''