İnsanın ya da daha genel olarak canlıların ölümden başka bir derdi var mı gerçekten? Toplu halde intihar eden bazı cinsler elbette ki var. İnsanlardan da bir tanesini çok yakından tanıma ve dinleme şansım oldu. "Bazen nankör mü acaba bu herif!" Diyerek sızlandığım olmuştur. Meğer nankör değil, tahminimden daha fazla yalnızmış. En son yazdığı şarkılardan birinin nakarat bölümünde "Kurtar beni..." diyordu. Şuara suresinde bahsi geçen şairlerden sanmıştım onu. Öyle ya... dünyada bir tek ben vardım içinden ne geçiyorsa satar-satmaz oyununa girmeden söyleyen. Benim dışımda herkes ilgi çekmek için bunalım laflar ediyordu. Benim dışımda herkes para için, şöhret için "bu akşam ölüyordu."
Yavuz Çetin artık yok. Keşkelerle Paris şişeye girermiş... Keşke son sözü sona saklasaydı.
"Haber vereyim mi size şeytanların kime iner olduğundan? Her bir iftiracı günahkar üzerine iner onlar. Kulak kabartırlar ama çoğu yalancıdır onların. Şairlere gelince, onlara da çapkınlar-sapkınlar uyar. Görmez misin onları ki, her vadide şaşkın-tutkun dolaşırlar. Ve onlar, yapmayacaklan şeyleri söyleyip dururlar."
Çoğu cephesi kırık dökük, ağır aksak ilerleyen bir hayatın içinde yazmak, anlatmak kaygusu beni sıkı sıkıya bağlıyor yaşadığım günlere. Yaklaşık iki senedir aklımı kurcalayan, nereye gitsem benimle birlikte gelen bir öyküyü nihayet bugün bitirebildim. Öyle aman aman bir öykü değildir, altı yedi sayfalık, kendi hâlinde bir öykü. Lakin bitirebilmenin sevinci, çok şeyleri düzeltiveriyor bir anda. İlhan Berk'in "Bir ağacı bu evleri sarı ters bir kuşu düzeltmek" demesi gibi. Bu akşam, Allah izin verirse, oturacağım, sırtımı yaslayacağım bir koltuğa, şöyle gönlümü dinlendireceğim. Şükür...
Öykünün son cümleleri:
"Telefonu masaya koydum, koltuğuma oturdum, düşündüm. Hepi topu iki insan vardı yeryüzünde. Necati Bey durmaksızın kapılar, pencereler açıyor ama o öbürü yok mu öbürü; bütün kapıları, pencereleri birer birer kapatıyordu."
Sabah ve akşam gibiyken kısaca, sabah ve akşam gibi
Kavuşukken zaten kendinde.
Dünya ılık bir yuvayken
uyurken, altındayken senin.
Kimsenin kuşu kuşkusu yokken
Öyle saf, öyle saf,
Yarılmamışken, bir yarımız öbürüyle dururken
Böyleyken, durup dururken böyle,
Niye bombalarlar bizi Figen,
Bağdat'ı neden?
Haliç'te akşam buğusuyla öyle kalpten
Bütün bir yaz usanmadan gün aşırı
Bir japongülünü açıp kapamışım
Her yaz çok olur bu bana, kâbus desek Yerindedir, kıştan kalanları çıkarıp
Çıkarıp okşayışım.
Her şeyin ve her şeyin,
Sırasıyla, ve sonra
Balığın yırtılmış ağzıyla
bu yazlarda apışıp kalışım.
Yaşlı yorgun bir ikilik içimde dönüp duran
dönüp duran hâlâ bu ben nereden
ışık alıyor ve ne bu karanlıkla
bakışım.
Bence yarışma ya da yenil kurtul! Onlar yarışsın. Sen keyfine bak. Kazanacağın her şeyin senden eksileceği, geçmişte olacaksa, ahlakın olacaksa yarışması! Ahlaklı yarışırsan da öyle sanıyorum, kazanamazsın. Sabah uyandığında, güzel bir kahvaltı yap ve günlük işlerine koyul. Kimseyi kırmadan, biliyorum bu kadar kötünün arasında zor ama iyi kalarak yaşadığın şey. En azından kötü olmayarak. Çünkü Platon'un dediği gibi, “Kötülük görenlerin iyiliklerinden bir şeyler seçilen.” Sonra akşam dön. Vicdanından daha az rahat koltuğa oturun. Ayaklarını uzatır ve rahat bir vicdanın canlılığını hisseder. Onların yaşadıklarından dolayı seni yargılaması, sen gıybet ettikleri için onları yargılaması. Biliyorum, seni kaydedebilirler. Kimi kollarından çekişiyor, kimi bacaklarından… Kimi insanlığından çekiştiriyor, kimi samimiyetinden... Bütün temiz duygularından çekiştiriyorlar, biliyorum. Yine de yarışma! Yarışacaksan da erdemde yarışacak. Rakiplerin de erdemli olur ve biliyor musun, kimse kaybetmez.
''Bazen akşam rüzgarı estiğinde nefes alabildiğimi hissettiğim için ne kadar şanslı olduğumu düşünürüm; cehennemde rüzgar olmadığını söylerler, o halde burası olmamalı, ne şanslıyım derim. Öyle ki günün yirmi dört saati içinde, sadece o ana sahip olarak yaşayabileceğimi hissederim. İnsanlar olarak epey karmaşık yaratılmış olsak da bazı yönlerden son derece basitiz. Yalnızca nefes almanın güzelliğini hissedebildiğim ufak bir zamana, günde bir saatliğine ya da on dakikalığına da olsa, hayatta olduğum için bunu hissedebiliyorum diye düşünebileceğim bir zamana sahip olsam yeter.''
"Kadın olduğum için hoşnutum" dedi bana bir akşam, "çünkü kadının önünde erkeğinkinden çok daha fazla olanaklar vardır."
“Nasıl olur?” dedim. “Erkeğin mesleği var; etkili şeyler yapabilir."
"Erkeğin bir mesleği vardır" dedi Solange, "oysa kadın sevdiği tüm erkeklerin yaşamlarını yaşayabilir. Bir subay savaşı getirir ona, bir denizci okyanusu, bir diplomat entrikayı, bir yazar yaratmanın hazlarını. Bunları yaşamanın günlük sıkıntısına katlanmadan, on yaşamın heyecanlarını tadabilir."
…
"Unutmayın ki, aynı şeyi erkekler için de söyleyebiliriz" dedi Philippe. "Birbiri ardından sevdikleri kadınlar onlara da farklı yaşamlar getirir."
"Evet, belki de" dedi Solange, "ama kadınlarda kişilik öyle azdır ki; getirecek hiçbir şeyleri yoktur."
Çocukluğumda tuhaf, çılgın bir neşemde vardı. Hayattan, başlayan ve biten günden tekrar başlayacak olmasından duydum derin bir memnuniyet vardı. Bir günün içinde rahat hareket ederdim. Bir gün benim içimde kendiliğinden kıpır derdi. Dün ve ben beraber yol alır ya da öylece dururduk. Ben günümden ayrı bir varlık değildim, sabahı da, öğle sıcağında, uzun öğleden sonraları da duyar günün bazen uzunluktan sıkılıp geliştiğini ve akşama kavuşmayı arzuladığını söz verdim. Akşam nihayet yaklaşıp gün kararınca fıskiyeler, hortumlar, akşam sefaları ve cırcır böcekleri oh deyince, incir ağaçlarından gelen incir sütü kokusu ve yaprakların arkasından ele yapışan zamk, yerlerde ezilmiş incirlerden yükselen şekerli bir eyvah kokusu ve duvardaki yemyeşil yosunun kendini halı sanmasına kadar uzanırdı.
Günün daha sabahtan, hatta uyanmaya yakın bir ağrı olmasına daha vardı. O vakit ağrı ile yeri belirsiz ya da tüm vücuda yayılmış bir ağrı ile uyanılır, gün öyle biterdi. Belki de bitmez de öndeki zamana uzanır, önüne gelen her şeye sarılırdı. Ama çocukken şimdi bana tuhaf gelen bir dostluğu vardı, diyebilirim ki her şeyin. Her şeyle birden nasıl böyle bozuşuldu, ne tuhaf.