Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi sadece bir roman olmanın ötesinde, güzellik, ahlak, hedonizm ve sanat üzerine derin düşüncelere sevk eden bir başyapıttır. Roman, Dorian Gray adındaki yakışıklı bir gencin ve ressam Basil Hallward'ın yaptığı portresinin gizemli hikayesini anlatıyor.
Dorian, portresinin yaşlanacağına ve kendisinin sonsuza kadar genç ve güzel kalacağına dair bir dilek tutar. Bu dilek kabul olur ve Dorian, arzularının peşinden koşarak zevk ve haz dolu bir hayata atılır. Fakat zamanla, portresi Dorian'ın işlediği günahları ve çirkinleşen ruhunu yansıtmaya başlar.
Wilde, roman boyunca Dorian'ın ahlaki çöküşünü ve portresinin giderek çirkinleşmesini ustalıkla tasvir ediyor. Dorian'ın güzelliğe olan takıntısı, onu bencil ve duyarsız bir insana dönüştürüyor. Etrafındakileri kullanarak ve ahlaki sınırlara aldırmadan zevk peşinde koşan Dorian, sonunda trajik bir sona sürükleniyor.
sadece okuru sürükleyen bir hikaye olmanın ötesinde, aynı zamanda insan ruhunun karanlık yönlerini de gözler önüne seriyor. Roman, güzelliğin geçiciliği, ahlakın önemi ve sanatın gücü üzerine okuru düşünmeye teşvik ediyor. Wilde, zarif ve ironik diliyle, okuru Dorian'ın trajik hikayesine ortak ediyor ve onu kendi vicdanıyla yüzleşmeye zorluyor.
her yaştan okurun okuması gereken ve iz bırakan bir başyapıttır. Roman, sizi güzelliğin ve ahlakın karmaşık dünyasına sürükleyecek, insan ruhunun derinliklerini keşfetmenizi sağlayacak ve hayata dair yeni bakış açıları kazandıracaktır.
Bana kalırsa normal koşullarda sinemaya giden bir insan, oraya zaman için gider: yitirdiği zaman, kaçırdığı zaman, ya da henüz hiç yanına bile yaklaşamadığı zaman. Hayata dair deneyimlerini zenginleştirmeye gider, zira sinema, hiçbir sanatın yapamayacağı ölçüde insanın olgusal, pratik deneyimlerini genişletir, zenginleştirir ve yoğunlaştırır; üstelik basit bir zenginleştirme de değildir. Bu deneyimleri uzatır da, hem de esaslı bir şekilde. Sinemanın gerçek gücü buradadır, yoksa ne 'yıldızlar'ı, ne ele aldığı konuları, ne de eğlence özelliğiyle güçlüdür sinema. Gerçek sinemada seyirci, seyirci olmaktan ziyade tanıktır.
Sanat bir paylaşma hareketidir. Paylaşılan deneyimler merak duygusunu harekete geçirerek daha az ben odaklı daha çok açık fikirli olmamızı sağlar. Beynin yaratıcılık ve hayal gücünün doğduğu sağ yarımküresini harekete geçirir ve sanatçının anlatmak istediğini anlamamızı sağlar.
Hayal gücü empatinin inşasındaki ilk adımdır: senin ne hissettiğini hayal edemezsem anlayamam da. Sanat hem düşünsel hem hissi empatiyi uyarır. Bir sanat eserini incelediğimizde tüm yaşanmışlıklarımız, anılarımız, bakış açılarımız ve deneyimlerimiz bir araya gelir ve gördüğümüz – duyduğumuz şeyi etkiler. O an beynimizdeki tüm duygusal alanlar uyarılır. Ne kadar sanat eserinin içine girebilirsek o kadar çok etkileniriz. Bu da bizi kendi bedenimizden dışarıya alır ve farklı bakış açılarını görmemizi sağlar. Başka bir insanın acısını, üzüntüsünü, mutluluğunu veya öfkesini anlatır. Ünlü oyuncu Alan Alda, sanatın paylaşılan insanlık olduğunu söyler.
Uzm. Psikolog Lamia Kalender Ergül
Evet, şimdi sıra metamodernizme geldi. Her şeyden önce neden "meta" modernizm olduğunu anlayamadığımı ifade etmem gerekiyor zira pek çok şeyin başına meta getirerek yeni bir şeymiş gibi göstermek sanatın yenilikçi doğasına terstir düşüncesindeyim. 21. Yüzyıl akımlarının tekrara düştüğü eleştirisini en başta yapma sebebim ise çok basit
Yazarlar ya da kitaplar insanı iyi kılar mı? Sanatın veya edebiyatın öyle bir gücü gerçekten var mı?
Yaşar Kemal 'in okurlarına temenni içeren vasiyetini hatırlatayım:
1) Benim kitaplarımı okuyan katil olmasın; Savaş düşmanı olsun.
2)İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın; Kimse kimseyi aşağılayamasın.
Yaşar Kemal 'i, Sait Faik'i, Orhan Kemal'i, Saramagoyu özümseyerek okuyanın dünyaya,insana ve diğer canlılara en ufak bir kötülüğünün dokunacağı düşünülemez bile. Bu edebiyatın insanı iyi kılma gücüyle açıklanabilir ancak.
(
VAR MI SİZİN DE BÖYLE CİNNETLERİNİZ?
“Deliler ile benim aramdaki tek fark, onların bunu kabullenmemesidir. Oysa ben biliyorum deli olduğumu.” diyor, sürrealist ressam Salvador Dali. Dünyanın büyük çoğunluğu onun deli olduğuna, geri kalanıysa dahi olduğuna inanıyor. Hem deli olmak, dahi olmaya engel mi? Ya da tam tersi; dehalar da bir gün
Bu heyecanlı ürperişin nedeni edebiyatın, tüm zamanları birbirinin içinden geçirerek yaşanılan anı, mekanı bir esere sabitleyerek ölümsüzleştiren gücü olsa gerek. Hayat ve sanatın sokakta karşılaşmasının büyüsüdür bu.
“Kuşkusuz, evrenin yaratıcısı daha iyi bir yöntem planlayabilirdi;
ama bu belirli evrenin yarattıkları, bu belirli yönteme katlanmak zorundaydılar”
Jack London
Jack London, Martin Eden romanını kaleme aldığında genç yaşında uluslararası başarı kazanmış bir yazardı. Buhranlı bir döneminde çıktığı Güney Pasifik’teki deniz yolculuğunda yazdığı bu
Metafor
Yazar edebiyatla felsefeyi harmanlayarak yaşam ve ilişkiler temalı inceleme yapıyor. Sanatın değerini kavrayıp, gerçeklikle kurulan bağın sorgulanması temelde yatan denklem, hızlıca okunup geçilemiyor maalesef, bazen ciddi düşünme bazen sorgulama bazen de araştırmaya iten küçücük ama çok yoğun bir kitap.
Metaforik hayal gücü kavramı heyecan verici.
Üç edebi deneyim söz konusu: Yazarınki, okurunki ve eleştirmeninki…