"politik bütün iki türlü ölçüye vurulabilir: toprağın genişliği ya da halkının nüfusu. devleti insanlar kurar, insanları toprak besler. Bu oran şudur öyleyseyse; halkın geçinmesine yetecek kadar toprak, toprağın besleyeceği kadar da insan bulunacak. çünkü toprak gereğinden çok olursa işleme yükü o ölçüde ağır olur, yarım yamalak ekilir, fazla ürün verir bu da kısa sürede savunma savaşlarına yol açar. toprak yeterli ölçüde değilse o zaman devlet istediklerini gerçekleştirmekte komşularına bağımlı olur, bu da kısa sürede saldırı savaşlarına götürür."
Diğer insanlarla birlikteyken tedirgin olan kişi, tüm enerjisini gereksiz yere savunma amacıyla kullandığından kendisinde var olan potansiyeli de harekete geçiremez ve kapasitesinin altında bir etkinlik gösterir.
“Özgürlük”ten şunu kastediyoruz: Güç sürecini, ikame etkinliklerin yapay hedefleriyle değil, gerçek amaçlarla ve hiç kimsenin, özellikle de hiçbir büyük kuruluşun müdahalesi, manipülasyon veya denetimi olmadan yaşayabilme fırsatı. Özgürlük, kişinin yiyecek, giyecek, barınak ve çevresinden gelebilecek her türlü tehlikeye karşı savunma gibi hayati meseleleri -bir birey ya da küçük bir grubun üyesi olarak- kendi kontrolü altında tutmasıdır. Özgürlük, güç sahibi olmak demektir; diğer insanları kontrol etmeye değil, ancak kendi yaşamının koşullarını kontrol etmeye yarayan güç. Birileri -özellikle de büyük bir kuruluş kişinin üzerinde bir güce sahipse, bu güç ne kadar iyi niyetli, hoşgörülü ve müsamahakar olursa olsun kişi özgür değildir. Özgürlüğü, sırf hareket serbestisiyle karıştırmamak önemlidir.
İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirebilmeyi gerektirir. Bununla kastedilen, karşımızda düşmanlar varmışçasına geliştirilecek savunma yöntemleri değil, kendimizi dürüst ve açık bir biçimde yaşayabilme yürekliliğini gösterebilmektir. Sinsice yaşanan duygular, insanların bize, bizim de onlara ulaşabilmemizi engeller. Çünkü onlar gerçek bizi değil, gösterdiğimiz yanlarımızı kabul ederler. Sonunda, kabul edilen gerçek benliğimiz olmadığından, kendimizi de kabul edilmiş hissedemeyiz.
Nasıl oluyordu da biten bir ilişkide her iki taraf da haksızlığa uğrayanın kendisi olduğunu düşünebiliyordu?
Aradığı açıklamayı en nihayet, bir çift martının uçuşuna tanık olduğu bir günde bulmuştu ressam.
Bu iki martının uçuşunu izlerken kendince bir çıkarımda bulunmuştu:
Bağlanabilmek için, önce bağımsız olmak gerekir.
Oysa insanların çoğu, yeni ilişkilere eski bağlarla geliyorlardı. Geçmişten taşıdıkları ister güvensizlik, ister anlaşılamamak, isterse de çevrelerine ördükleri savunma duvarları olsun, her bağ yeni ilişkiyi özgürce yaşamalarını engelliyordu. Daha önceki ilişkilerinde haksızlığa uğradıkları konusunda belki haklıydılar ama, haksızlık edenin karşı taraf değil de, bir türlü bırakamadıkları “geçmişleri” olduğunu göremiyorlardı.
Binlerce yıl önce,savaş tarihinin başlangıcında farklı toplumlardaki strateji uzmanları garip bir olgunun farkına vardılar: savaşta genel olarak savunma konumda olan taraf kazanıyordu.
Hastalıkları teşhis etmek hekimin işidir, çünkü hasta her zaman yalan söyler. Yalan söylemeden yapamadıkları için değil, hastalığın kendini savunma düzeneğinin bir parçası bu olduğu için...