Her yanı saran solgun sabah ışığında, yabancı bir evde dikilirken birden sıla hasreti çekip çekmediğini veya bir an önce dönmesini gerektiren çok önemli bir randevu ya da bir insan olup olmadığını merak etti.
Bazen yıllarca sürebilen, doyumsuz bir yürüme isteği olarak tarif ediliyordu. Yürüyüşün bir hedefi oluyordu ama pratik anlamda bir amacı olmuyordu ve farklı bir bilinç seviyesinde gerçekleşiyor gibi duruyordu. Sonrasında dromomanyakların gezilerine ya da neden bu gezilere çıktıklarına dair bir anıları olmuyordu. "Bu bir tür,” diye yazıyordu Tissié, "patolojik turizm," ve sadece yirmi beş yıl içinde bu hastalık ortadan kayboldu.
Belki huzursuz bir kımıldamayla başlıyor. Belki de uzak bir ülke ya da manzaranın cazibesi, hiç gitmediğiniz ama resimlerini kitaplardan gördüğünüz bir yere duyulan (bkz. KAUKOKAIPUU) bir tür hasret, hatta bir tür sıla hasreti. Bir buzulun üstüne ayak izimizi bırakmak istiyor olabiliriz ya da şafak vakti bir gölün öte yanından sesimizin yankısını duymak isteyebiliriz. Yabancı diyarlarda zamanın yavaş aktığını biliyoruz. Başka insanların düşünce biçimlerinin bizimkileri de silkelediğini ve dünyayı tekrar yenilediğini (bkz. YURTSUZLAŞMA).
Almancadaki Wanderlust (kelimenin kökeni doğa yürüyüşünün keyfini anlatıyor) sözcüğü ilk olarak Romantiklerin meydan okuyan yalnız başına yürüyüş yapma geleneklerinden çıktı (bkz. YALNIZLIK) ama bugün, bu sözcük çok daha fazlasını anlatıyor. Macera arayışı, keşif duygusu, farklı bir şey yaşama arzusu. Bunun da ötesinde aşk ya da korku gibi insan ruhunun derinlerinde yatan hareket etme özlemini anlatıyor. Bir sonraki dağın ardında da köyün sınırlarının dışında ne olduğunu görme arzusu insanlığın kendisi kadar eski ve bizi, içimizi kemiren, hayatın ancak belli doğrultularda hareket ettiğimiz sürece anlamlı olacağı hissiyle bırakıyor.
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı
Şuraya, bir yatak ser yavaş yavaş...
Aman karanlığı görmesin gözüm!
Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş.
Sıla burcu burcu, ille ocağım, Çoluk çocuk hasretinde kucağım...
Sana herşeyimi anlatacağım, Otur baş ucuma, sor yavaş yavaş.
Güç bela bir bilet aldım gişeden,
Yolculuk başladı Haydarpaşa'dan!
Hancı
Esirlerin salıverilmesinden sonra Tiflis'te çıkan Kafkas adlı gazetede, avulda geçirdikleri esaret günlerinin hikayesi yayınlandı. Gazetenin yazdığına göre "ilk akşam, tanışmayla geçti." Bu denli dehşet verici bir akşamı, sosyal kaynaşma çağrışımı yapan bir ifadeyle tarif etmeleri ilginç. Fakat Şamil, daha ilk günden esirlere
İmansız gitmenin sebepleri kırk kadar beyan olunmuştur :
(1) Yaramaz (ehli sünnete zıt olan kötü) itikad,
(2) Zayıf (kendisini ilimle kuvvetleştirmemiş) iman,
(3) Dokuz azasını (iki el, iki ayak, iki göz, iki kulak, dili) doğru yoldan çıkarmak,
(4) Günahına musir (ısrarlı) olmak,
(5) İslam (Müslüman olma) nimetinden şükrünü kesmek (eda
O
yıldızçiçeği, çentilmemiş, geçti
sıla ile uçurum arasında
hafızandan.
Bir yabancı yitmişlik
biçimlenip gelmişti karşına, sanki
neredeyse
yaşayacaktın..
Homeros, Odysseus'un dostlarının nilüfer-yiyenlerin adasına ayak basışını anlatır. Nilüfer-yiyenlerin davetsiz misafirler
için planladığı şey ölüm değildir. Bunun yerine, nilüfer-yiyenler davetsiz misafirlerine bir tabak nilüfer çiçeği verirler. Her kim
bal gibi tatlı bu bitkiyi yediyse içindeki geri dönme arzusu uçup gider: O, sonsuza kadar nilüferle beslenerek ve tüm sıla hasretinin zihninde solmasına izin vererek nilüfer-yiyenlerle birlikte yaşamayı tercih eder.
Her eve dönen, acı ya da tatlı olsun sihirli yabancılık meyvesinin tadına, belli bir dereceye kadar bakmıştır.
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş.
Aman karanlığı görmesin gözüm!
Beyaz perdeleri, ger yavaş yavaş.
Sıla burcu burcu, ille ocağım,
Çoluk çocuk hasretinde kucağım…
Sana her şeyimi anlatacağım,