Bir de hakikati içlerinde taşıyıp da kelimelere dökmeyenler var.
İşte bunların bağrında ritmik bir sessizlik içinde yaşar ruh. Yol kenarında veya pazaryerinde dostunuzla karşılaştığınızda, bırakın içinizdeki ruh kımıldatsın dudaklarınızı, yönetsin dilinizi.
Bırakın sesinizden içre olan ses konuşsun onun kulağından içre olan kulağa. Çünkü yüreğinizin hakikatini saklayacaktır dostunuzun ruhu, hatırlanan tadı gibi şarabın. Rengi unutulup kadeh yok olduktan sonra da.
Yüce Zeus sen historical romance bataklığına düşenin yar ve yardımcısı ol... Çünkü bu türün ne ardı arkası kesiliyor ne de tadı bitiyor.
Elizabeth Hoyt sevdiğim His-Rom yazarlarından biridir. Kalemini Teresa Medeiros'a benzetiyorum açıkçası ancak Teresa'nın karakterleri daha mizahşör oluyor gibi.
Her neyse serimizin ilk kitabinda Spinner's Falls çıkmazından sağ kurtulan birkaç askerden biri olan Samuel Hartley'i okumuştuk. Bu ikinci kitapta ise her şeye tanıklık eden Lord Vale'i okuyoruz. Kitabın konusundan zaten çokça bahsedilmiş ben ne hissettiğimden bahsetmek istiyorum; soğukluk.
Evet arkadaşlar...kitap boyunca kurguya ve karakterlere ısınamadım. Bir historical romance kitabıydı ancak buz gibiydi. Sıcaklık veya romantizm çok hissedemedim. Kadın karakter Melisande kitabın başında ne kadar soğuk bir kişilikse sonda da öyleydi. Hicbir değişim gelişim gösteremedi. Erkek karakter Lord Vale ise eh işte kısmen değişti. Melisande'ye yüreğini ve geçmişini açtığı anlar güzeldi. Ayrıca her bölümün başlangıcında bir hikayenin kısa kısa bölümlerini okumak çok hoş bir detaydı. Gizem unsuru olan konu ise baya arka plandaydı zaten cok da anlamlı ilerleyemedi. Üçüncü kitapta nasıl olur bilmiyorum.
Açıkçası sıkılarak okudum. Tamam çift aniden bir izdivaç gerçekleştirdi ve yavaş yavaş birbirlerine alışacaklar vs ama en azından bir mizah veya duygusallık katılsaydı. Nasıl desem odunsu bir tat vardı efenim anlatabiliyo muyum:D Neyse okumak isteyenlere ancak böyle tarif edebilirdim iyi okumalar.
Bana Aşkını SöyleElizabeth Hoyt · Pegasus Yayınları · 2012328 okunma
Seninle yürümeyi özledim,
Baharda çiçek açmayı,
Yazda akşam üstü kokmayı
Ağaçlar yaprak dökerken usul usul sarılmayı
Kışın karda kayarken sana tutunmayı özledim.
Yüzümde gülümsemelerin en gerçeğini taşımayı özledim.
Kendim olmayı özledim.
Şarkılar söylemeyi, park gezmeyi
Gece oyunlar oynamayı,
Tonla derdin içinde salına salına yürümeyi özledim.
Denizi izlemek sensizken keyifsiz
İçtiğim suyun tadı çıkmaz oldu.
Nereye kaçsam kurtulamaz oldum kendimden.
Nereye kaçarsam kaçayım sana varma isteğimi silemedim içimden.
Tonla hatanın icinde dosdoğru duruyor gülüşmelerimiz,
Tüm ağlamalarımın içinde ışık gibi doğuyor güzel anılarımız.
Seni unutmak, senle olmaktan daha zormuş.
Seni unutmaya çalışmak, özlemekten daha ağırmış.
Baş ucumdan eksik olmazken sokak sokak seni aramak çok zormuş.
Hadi diyince görememe derdi içimde büyüdü,
Saçıma aklar düştü, sen düşmedin gönlümden.
Dilimden eksildi de adın, fikrimden çıkmadı zikrin.
Yanar oldu her yanım, kanar oldu sol yanım
Ben ölmedim de kalmadım da
Sen gidilmez bir yoldan dönmez oldun.
Ey aşk!
Ne çok kitap yazıldı hakkında...
Ne şairlerden okuduk seni...
Bunların içinde çok güzelleri de vardı.
Ama benim son yıllarda aşka dair okuduğum en güzel satırlar belki de bu eserdeydi.
"Olduğun gibi seviyorum seni. Olmanı istediğim gibi değil!" (s. 145)
İnsanları beğeniyor ve hayatımıza alıyoruz. Sonra yavaş yavaş onları
Birer küçük bardak su ve kahve fincanlarının yanına birer güllü lokum koymuştu. Tam eski
İstanbul işi. Ne Starbucks'ta bulunurdu bu, ne de House Cafe'de.
İnsanlar niye bu güzel âdetleri bırakır da karton bardaklarda kahve içerler diye bir kez daha merak ettim. Hem de tadı yabancı bir kahve.
Aslında nedeni belliydi. Dünyanın değişik yerlerinde yaşayan,birbirinden farklı özellikteki milyarlarca insan, aynı tür yiyecek ve içecekleri sevmeli, aynı tarz giysileri almalı, bunun için de aynı tarz bir hayat yaşamalıydı. Böylece uluslarüstü büyük firmalar, ürünlerini
dünyanın her yerinde satabilirdi.. Belki de daha korkuncu, bu sistemin yerel kültürleri yok ediyor oluşuydu.