Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok Kıyılar da bomboş, kır yolları da Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler Yol kenarında bir kapı, tahta Peki,
Ay ışığının üzerinde bulutlar, korkunç karanlık, yalnızca sesler var, yani çığlıklar ve iniltiler, dualar ve sövgüler, deniz kabarıyor ve her yana yayılmış o bedenleri silip süpürüyor - bir şeye, bir ipe, tahta parçalarına, birinin koluna tutunmaktan başka çare yok, bütün gece, suyun içinde, suyun altında, biraz ışık olsa, ufacık bir ışık bile yeter, bu karanlık sonsuza dek sürecek sanki, hiç dinmeyen iniltiler dayanılacak gibi değil - ama bir tokat gibi ansızın suratıma çarpan, sudan bir duvarı andıran dalgadan sonraki sessizliği anımsıyorum, ansızın bir sessizlik oldu, anımsıyorum, insanın kanını donduran bir sessizlik, bir an, bağırmaya başladım, bağırdım , bağırdım...
Sayfa 104 - Can YayınlarıKitabı okudu
Reklam
"Zira bu gönül zenginliği bu hanedanın kanında vardır. Genç Mehmet'ten önce, babası Sultan II. Murat savaşların acımasızlığını fark etmiş, tarihin ve beşeriyetin sırrına vakıf olmuş ve "Halkın işleri için Halik'in zikrinden uzak olmak akıl erbabı indinde makbul değildir," diyerek tahttan el ayak çekip kendini ibadete vermemiş miydi? On iki yaşındaki bir çocuğun tahta geçtiğini duyan Haçlı ordusu bunu hemen fırsata dönüştürmek istemiş ve Osmanlı'yı bitirmek için harekete geçmişti. Akıllı liderin, etrafındaki bilgelerin sözlerini dinlediğini artık çok iyi bilen Mehmet ise devlet erkanının isteği ve yeniçerilerin baskısıyla babasına, hani o meşhur, "Eğer siz Sultansanız ordunun başına geçiniz, yok eğer ben Sultansam size ordunun başına geçmeyi emrediyorum," dediği mektubu göndermişti."
Tomris Uyar'a...
"Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle Ve yarışırsa ancak Monet'nin Kadınlarına yaraşan giysilerinle Gördüm de
Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir ŞiirKitabı okuyacak
Mağara
“Ve şimdi,” diye sözüme devam ettim, “doğamızdaki (yaradılışımızdaki) eğitilmişlik ve eğitilmemişlik hali arasındaki farkı aşağıdaki olaylara bakarak benzetme (eğretileme) halinde kavramaya çalış. İnsanları yerin altındaki, mağaraya benzer bir mekânın içinde kafanda ve gözünde canlandır; bu mekânın, ışığın geldiği yönde, mağaranın kendisi
Bâbil Talmudu'ndaki kayda göre, MÖ 841'de tahta geçen Yehuda kralı Ahazya Tevrat'tan Allah'ın kutsal isimlerini çıkarmış ve yerlerine putların isimlerini koymuştur. MÖ 736-716 yılları arasında hüküm süren Ahaz, Tevrat okumayı yasaklamış ve bunu sağlamak için, Mabed'deki Tevrat'ı mühürlemiştir. Onun döneminde, pek çok Tevrat nüshası tahrib edilmiştir. Amon (MÖ 642-640) ise Tevrat'ı yakmıştır. Yehuda kralları arasında Tevrat'a karşı en katı düşmanlığı Menasseh (MÖ 687-642) gütmüştür. Menasseh, Ahazya gibi, Tevrat'tan Allah'ın isimlerini çıkartmış, yerine putların isimlerini koydurmuştur. Bu Kral zamanında Tevrat'ı yok etme çabaları o kadar başarılı olmuştur ki, Musa'nın yazdığı söylenen ve Mabed'de muhafaza edilen standart ana nüshanın varlığı herkesten gizlenmiştir.
Reklam
Ayakları yere neredeyse değecek şekilde, 13 kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. Bazıları ise, bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri herkesin ellerini kesiyorlardı. Elleri sarkar durumda, onlara: "Gidin, mektupları götürün" diyorlardı. Bu, ormana kaçanlara haber götürmek demekti. Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri de aynıydı. Önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra, onları ızgaraya bağlıyor, altlarına da hafif bir ateş yakıyorlardı.
Kadınların her zaman yüce, anaç, koruyucu yürekleri vardı. Erkeler, çocukluklarında savaş tekniklerini tahta oyuncaklarla öğrenirken, aslında kendilerini her türlü hileye, sahtekârlığa, ezmeye ve yok etmeye göre de eğitiyorlardı. Kızlar oyuncak bebeklerini sevip-korumayı öğrenirken… İyi ki yıllardır “Bin erkek dostum olacağına bir kadın dostum olsun” demiş durmuştum.
Sibirya sürgün anısı.
Eski, yıkık, işe yaramadığından yıllar önce yıkılması kararlaştınlan tahta bir baraka düşün. Yazları dayanılmaz bir sıcak, kışlan dondurucu bir soğuk. Bütün taban tahtaları çürük. Bir karış pislik var yerde, ayağın kayıp düşüyorsun. Küçücük pencereler öyle buz tutmuş ki gündüzleri okumak imkansız. Camlarda iki üç santim kalınlığında buz var. Tavan akıyor, her yerden rüzgar giriyor. Fıçıya tıkıştırılmış balıklar gibiyiz. Sobaya altı kütük atılmış, etraf hiç ısınmıyor (buzların pek eridiği yok) ve müthiş bir duman -işte bütün kış böyle sürüyor. Mahkumlar çamaşırlarını barakanın içinde yıkıyorlar ve bütün baraka su içinde kalıyor. Kımıldayacak yer yok. Akşamdan sabaha kadar, dışarı çıkmak yasak, kapılar kilitli, koridorda kocaman bir fıçı var, çıkan koku dayanılacak gibi değil. Mahkumların hepsi domuz gibi kokuyor; "yaşayan yaratıklar olduğumuza göre" başka ne yapabiliriz diyorlar.
Psikolojik açıdan Allah'ın varlığı...
İmam Cafer büyük bir İslam alimidir. Allah'a inanmayanlara der ki: “... -Siz hiç vapura bindiniz mi? “-Evet,” dediler. “-Dalgaların çarpması ile, vapurun parçalandığına şahit oldunuz mu?” “-Evet,” dediler. İçlerinden biri şöyle devam etti: “- Fırtınalı bir günde vapura binmiştim. Şiddetli bir rüzgar esti ve sonunda kayalara çarpan vapur parçalanarak, içindeki yolcular denize döküldüler. O sırada ben de, bir tahta parçasına tutunmuştum. Sonra bir dalga geldi ve o tahta parçasını da elimden aldı. Ben köpüren sulara gömülmeye başlamıştım.” İmam Cafer, adamın sözünü keserek dedi ki: “- İlk önce vapur ve içindekiler sana cesaret veriyordu. Onlar sulara gömülünce, eline geçen tahta parçasına ümidini bağladın. Peki o tahta parçasını da elinden kaçırınca ne yaptın? Artık ümidini keserek kendini suların içine mi attın? Yoksa hala kurtulurum diye bir ümidin var mıydı?” “- Hiç kurtuluş işareti bulunmamasına rağmen, kurtulacağımı umuyor ve bu ümitle sürekli çırpınıyordum.” “- Peki, hiçbir kurtuluş alameti yokken hala kurtulacağına inanıyordun. Bu kadar imkansızlığa rağmen, acaba kimin kurtarabileceğini düşünmüştün?” İnançsız adam düşünmeye başladı. Onun sustuğunu gören İmam Cafer devam etti: “- Her türlü sebebin yok olduğu yerdeki o anda, senin ümidini bağladığın nedir, biliyor musun?” “- Bilemiyorum, bu konuda bir fikrim yok...” “- İşte, bütün kurtuluş ümitlerinin bittiği yerde, seni hala mücadeleye çağıran ve kurtuluştan ümidini kestirmeyen Allah’tır. Her ne kadar kurtulduktan sonra, dilin Onu inkar ediyorsa da, sıkıştığın anda kalbin onu tasdik ediyor...”
Sayfa 267Kitabı okudu
Reklam
“Size” dedi profesör, “şehzade Selim’le kardeşi Korkut’un hikâyesini anlatayım.” “Bu iki şehzade Bursa’da yaşıyorlardı. Babaları ölünce içlerinden birisi imparator olacaktı. Başa geçenin erkek kardeşlerini öldürtme geleneği olduğu için birinin padişah olması, ötekinin katledilmesi anlamına gelecekti. Kimin tahta geçeceğini ise bilemiyorlardı. Bunun için birbirlerine yemin ettiler. Hangisi başa geçerse ötekinin canını bağışlayacaktı. Sonunda o gün geldi ve Selim padişah oldu.” “Korkut’a ne oldu peki?” “Ne olacak, öldürüldü. Bu işin sözle, iyi niyetle falan alakası yok. İktidarları ancak çok sıkı bir denetim dizginleyebilir. Yoksa peygamberleri iktidar yapsanız, onlar da öldürürler.” “Bu durumda” dedim, “asıl fark yaratan iktidar değil, muhalefet olmalı.” Öğrencisinden memnun bir hoca gibi, gülümseyerek “Elbette” anlamında başını salladı.
Sayfa 232Kitabı okudu
Geri199
1.500 öğeden 1.486 ile 1.500 arasındakiler gösteriliyor.