Zaten yaşam dediğimiz şeyin kendisi de öylesine sıkıcı, aptalca ve kirli ki...
Yutuyor insanı. Çevren tuhaf kişilerle dolu, baştan aşağı tuhaf kişilerle. Onlarla birkaç yıl birlikte yaşayınca da, farkına varmadan tuhaflaşıyorsun sen de. Kaçınılmaz bir yazgı bu.
Ama insanın iyiliğinden kuşkulanınca, iyiliğe olan güvenimi de yitirdim. İyiliğin güçsüzlüğüne üzülüyorum! Ne çare ki, iyilik bulaşıcı değil.
İyiliğin, güzel bir çiy tanesi kadar güçsüz olduğunu düşündüm.
Nerede olursa olsun, kim olursa olsun, insanoğlunun oluşturduğu ilk işaret: Dikey çizgi, yatay çizgi.
Önce daire yoktu; paralel ya da üçgen de. Her şeyin, hepsinin altında yatan, temel işaret buydu. Yüzdeki uzuvlar yerleştirilirken bu işaretten yararlanıldı.
Ayakta duran, kucaklamaya hazırlanan insan figürünü o simgeledi.
.. onu çıkardığınız an, Hıristiyanlığın dünyadaki herhangi bir dinden hiçbir farkı kalmazdı.
Kısacık bir mola vermesi için baskıcı, kıskanç yetkeye yakaran, zavallı bir topluluk. Yazgı karşısında başını eğmekten, şeytanı ufak hamlelerle atlatmaya çalışmaktan bıkıp usanmış imanlılar!
Kırık dökük bir öküz arabasıyla vahşi düzlüklere, bir hac yolculuğuna gön- derilen güçsüzler; elinden ışığı alınmış, seçeneksizliğin sonsuz karanlığına fırlatılmış yandaşlar.
Bu işaret olmayınca, bir inançlının yaşamı Tanrı'ya şükretmekle ve darbeleri kabullenmekle sınırlanırdı. Şükürler krediydi; darbelerse ödenmesi mümkün olmayan bir borcun faizleri.
.
En zor şey, zamanın üvey oğlu olmaktır. Kendi zamanında yaşamayan bir üvey oğulun alın yazısından daha zor bir şey yoktur. ..
Zaman sadece kendi doğurduklarını, kendi çocuklarını, kendi kahramanlarını, kendi emekçilerini sever. Geçmiş zamanın çocuklarını asla ve asla sevmez, geçmiş zamanın kahramanlarını kadınlar da sevmez, üvey analar da başkasının çocuğunu sevmez.
İşte zaman böyledir, her şey gider, ama o kalır. Her şey kalır, bir tek zaman gider. Ne kadar kolay, ne kadar sessiz sedasız gider zaman. Daha dün ne kadar emin, ne kadar neşeli, ne kadar güçlüydün zamanın oğlu. Bugünse başka bir zaman geldi, ama sen henüz anlamadın bunu.
.
“Acaba bu insanlar böyle bir yaşama nasıl tahammül edebiliyorlar? Bunlar aziz midir, yoksa iki ayaklı birer hayvan mıdırlar? Hayat, Dante'nin Cehennem'inde tasvir ettiği hayattan da berbattır. O kitaptaki insanlar, o azabı günahlarından dolayı görüyorlardı. Peki, ülkemizdeki insanların günahı neydi? Sonuç olarak Dante'nin Cehennem'i baştan sona dahice kurgulanmış bir romandır. Buradaysa insanı kahreden bir yazgı, acı bir gerçeklik, utanç verici bir iğrençlik var!"
"Bu nedenle Tanrı ya da toplum ya da yazgı ya da hangi ismi vermek istiyorsan o, bizim için bu barakayı yarattı ki fırtınada içeri sığınabilelim. Bizim için dünyanın mülksüzleştirilmişleri için var üniversite; öğrenciler, diğerkâm bilgi arayışı için değil, duyduğunuz hiçbir sebep için değil."
Herkes aşkı tamamlayan geceye kadar yaşar. Herkes için ortak bir mucizenin ahenkli sultası altında gerçekleşir mahsus yazgı, yalnızlığa, kehanete varana kadar.
Dışarıdan bakıp yaşamıma şöyle bir göz gezdirdiğimde, pek de mutlu bir yaşam olduğunu söyleyemeyeceğim bunun. Ne var ki, içerdiği tüm hata ve yanlışlara karşın mutsuz bir yaşam olarak da niteleyemeyeceğim doğrusu. Zaten işi mutluluk ya da mutsuzluk açısından ele almak düpedüz budalalıktır; çünkü bana öyle geliyor ki, yaşamımın en mutsuz günlerini en neşeli günlerine değişmezdim. Bir insanın yaşamında önemli olan, önüne geçilemeyecek şeyi bilinçli bir şekilde sineye çekmekse, iyinin de kötünün de gereği gibi tadını çıkarmak ve dış yazgıdan ayrı, daha gerçek, rastlantı karakteri taşımayan bir iç yazgıyı ele geçirmekse eğer, kendi yaşamım için yoksun ve kötüydü denemez. Dış yazgı herkes gibi benim üzerimden de geçip gitti, karşı durulamaz ve Tanrılar tarafından alnıma yazılmış. Ne var ki, içteki yazgım benim kendi eserim oldu; tatlılığı da acılığı da benim sayılan, sorumluluğunu tek başıma üstlenmeyi düşündüğüm bir eser.