Sırça Köşk, bir dönemin yasaklı kitaplarından. Okumadan önce neden yasaklı olduğunu tahmin etsek de okuduktan sonra gerçekler neden yasaklanır ki diye düşündürüyor.
Bu kadar mı sevmiyoruz gerçeğin anlatılmasını?
Bu kadar rahatsız eden ne?
Gerçekle yüzleşememek niye?
İfade etmeyince, anlatmayınca geçip gidecek mi öylece?
Sabahattin Ali,
Masalla gerçeği ayırt edebilecek okurlara… diye başlıyor bu seferki romanımız. Bugüne kadar Azra Kohen'in herhangi bir kitabını okumamıştım ve Aeden benim için bir ilkti diyebilirim. Ne zaman vakit bulup Ankara Olgunlar caddesinde ve diğer kitabevlerinde yenilikler ya da aradıklarım için bakınsam, Fi, Çi, Pi üçlemesini görüyordum. O kırmızı, mavi
Ergenlik çağında yaptığı çete kavgaları, yazar olarak tanınmak için verdiği mücadele, Martin Eden’inde aynı
Jack London gibi denizci olması, yazar olduktan sonra yazdığı kitaplara konularına ve içeriğine bakarsanız; yazarın ayak izlerini taşır; yazarın hayatından okuyucuya pek çok şey sunar. Aynı zamanda kitaptaki Ruth Morse karakteri,
‘’İnsan aşılması gereken bir varlıktır.’’ (sf. 6)
Bana kalırsa tek bir cümle bile bu kitabı okumak için yeterince merak uyandırıcı. Tüm insanlığın kendinden bir şeyler bulabileceği, sindirilmesi pek kolay olmayan, insanın boğazında yumru varmış hissi yaratan, mideye bir yumruk gibi inen, üstüne saatlerce hatta günlerce kafa patlatılması gereken,
Okuması bu kadar zor olan bir kitabı yazmak, tüm bu veriler için çalışmalar, röportajlar yapmak nasıl zordur kim bilir... Peki bunlar bu kadar zorsa ya o acıları yaşamak!..
Öyle satırlar var ki tüyleriniz diken diken oluyor. Ve onların gerçekten olduğunu, yaşandığını bilmek büyük bir acıya vesile... Sık sık yarım bırakıyor, uzaklaşıyorsunuz. Ama
Uykuların kaçar geceleri,
Bir türlü sabah olmayı bilmez,
Dikilir gözlerin tavanda bir noktaya
Deli eden uğultudur başlar kulaklarında,
Ne çarşaf halden anlar, ne yastık
Girmez pencerelerden beklediğin aydınlık,
Kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın,
Onun unutamadığın hayali,
Sigaradan derin bir nefes çekmişçesine dolar içine,
Sevmek ne imiş bir
Baştan söyleyeyim yine bu bir kitap incelemesi değil.
Sadece kitabı okurken hissettiklerim, yaşadığım tecrübeler...
Şımarık büyüyen bir kızın, şark görevinde nasıl idealist öğretmen olduğunun hikayesi..
Kan davası yüzünden dersime gelemeyen 9 öğrencimi düşündüm ağlayarak, yıl 2019 du.
8.sınıfta okuldan zorla ağlayarak -evlendirilmek üzere-
“Ne güzel olurdu… Geçse karşıma, her şeyi anlatsa; kendi kızından başlasa mesela. Günah çıkarsa… Yalvarsa yardım et, diye.” iç geçirdi.
“Ben de sır bırakmadan her şeyimi anlatsam, hayatın içinde ikimizin arasında gizli saklı hiçbir şey olmasa. El ele versek; birbirimize nefret edeceğimiz, utanacağımız, duymaktan korkacağımız, kendimize bile asla itiraf edemeyeceğimiz her şeyi anlatsak… Kalbimizin tüm odalarını açsak. Işığımız ile aydınlatsak. Sırlarımızı, acılarımızı saklandıkları yerlerden bulup; kazıyıp sıyırsak. Çırılçıplak kalsak…
Ama olmuyor; hayallerim gerçek anlara dönüşmüyor. Sahte benlikler, sahte yüzler ile kendi hapishanemi kuruyorum. Tüm duygular, acı gerçekler ve anılar, bu hapishanenin duvarlarını aşamıyor. ‘Adaletin borcu var bana,’ desem de, o adalet hep ödeşmekten, yaptıklarının kefaretini ödemekten kaçıyor.
Belki şimdi ya da az sonra, bu derin umut dolu gecede bir meşale yakacak. Alacak karamsarlığımı; yanıltacak beni. Parmaklarımın arasında bitmek üzere olan sigarayı alıp söndürecek. Önce kendisinin sonra da benim maskemi fırlatıp atacak. Ellerimi elleri saracak… Ve diyecek ki; ‘Gerçekler yarayı kapatmaz, biliyorum. Ama pansuman eder.”
Başta bir ömür boyu mutlu olma vaatleri, sözler, yeminler... Yıllar sonra acı gerçekler, kavgalar, öfke krizleri...Zaman insan hayatını yerle bir etme gayesiyle geçiyordu sanki.
Dostoyevski. Çok fazla Dostoyevski. Neden bu kadar Dostoyevski'ye maruz kaldım ki? Bağımlı oldum. Ne onla ne de onsuz yapabiliyorum. Ah güzel Dostoyevski! Bir kitabını daha bitirdim. Ne yaptım ben? Birinin etkisini tüm beden ve ruhumla hissederken, diğerine başlamayacağıma dair kendi kendime söz veriyorum. Ancak bu söze ne kadar süre
Renklerin Moru Alice Walker’ın 1983 yılında yazdığı Pulitzer ödülü kazanmış önemini her daim koruyan, müthiş dokunaklı bir roman. Broadway müzikaline adapte edilmiş, 1985 yılında bizde Mor Yıllar adıyla asıl adı ise 𝐓𝐡𝐞 𝐂𝐨𝐥𝐨𝐫 𝐏𝐮𝐫𝐩𝐥𝐞 orijinal adıyla filme çevrilmiş, Steven Spielberg ise yönetmenliğini yapmıştır.
Yıllar yıllar önce ilk